Parlak ZIRVALAR
Haziran 18, 2012
Çığlık
Soyut resimler olsun, heykeller vs olsun, sanatı tek başıma yorumlamada işin içinden çıkmakta tek başıma başarılı değilimdir- her ne kadar yorumlama, kişinin hayalgücüne bırakılmış olsa da. Niye böyle başladım yazıya, çünkü şu an çığlık atmak, deli deli bağırmak, salya sümük ağlamak, birşeyler parçalamak istiyorum. Ve bunları düşünürken akabininde meşhur "Çığlık" tablosu geldi aklıma, Edvard Munch adlı ressamın meşhur eseri. Tabii bunu bilmek için sanat tarihi fln okumuş olmaya gerek yok, karikatür dergilerinde bile üzerinden espirisi yapıldı çokça. Şu an hissetmiş olduğum halet-i ruhiyeyi, o boğulma-tutsaklık-duvarların üstüne üstüne gelmesi gibi duyguları anlatması açısından ona sığındım. Gerçi ressam doğanın çığlığından esinlenmiş olsa da ben kendi iç kavgamla bağdaştırmak istedim, kendime yetemiyorum, kendimden dışarı bir çıkış yolu arıyorum, bulamayıp tekrar kendime sarmaya başlıyorum. İçten içe kendimi yiyorum, yok ediyorum, kendime neden iyilik yapamıyorum? Acının duvarları ardına kendimi hapsedip sonra da kendime acıyorum.
Nisan 24, 2012
Turlara Dair Söylenesi Birkaç Şey
Şimdi yazmadan önce belirtmem gerekir ki, kahretsin gözlem yapmadan duramıyorum!! Yazıya da bu nedenle giriştim zaten. “Türk insanı ile seyahat”e dair birşeyler paylaşmam gerektiğini düşündüm. Şehirler arası olsun, kısa mesafelerde olsun çok kez yolda bulundum, tanımadığım insanlarla dirsek teması kurmam gerekti. Bakalım aklımda neler kalmışJ
Bugüne kadar sadece ülke sınırları içinde seyahat ettiğim için izlenimlerim de bu doğrultuda olacaktır, o yüzden sizlerin multi-national tecrübeleriniz varsa lütfen paylaşınız. Irkçılık gibi bir problemim yok, Beyoğlu’nu Arapların istila etmesi haricinde!
- Gidilecek mesafeye bakılmaksızın, ilk mola yerinde markete, ya da ona benzer ne varsa, uğranıp bir sürü abur cuburla otobüse dönülür, görsen kıtlık çıktı ya da otobüste olmak junk food krizi tetikliyor fln zannedersin.
- Allahsızın biri illaki o koltuğu geriye ittirmek zorundadır, olmazsa olmaz.
- Her seyahatte illa ki embesil bir çocuk da olmak zorundadır, eğer o kota dolmazsa otobüs hareket etmiyormuş, aralarında psişik bir bağ varmış...
- İnsanımızın yediği yemekleri, gittiği mekanları, kaldığı konaklama işletmelerini beğenmemeleri esastır. İşin garibi de bu gerçek bir tavır değildir. Ya da şöyle anlatayım: Önüne konulan gözlemeleri silip süpürdükten sonra onun güzel olmadığı ile ilgili tüm yakınmalar benim huzurumda absürtdür! Gören de her hafta Papermoon’da yemek yiyen gurme mizaçlı insanlar olduklarını sanacak. Yüksek profilli olmaya özenmenin sonuçlarıyla tüm akşam aynı masada oturduğumdan dolayı bu durum gerçekten rahatsız edici boyuttaydı. Tüm akşam mevzu şuydu: BIK BIK BIK....
- Tarihi bir konakta kalıp iPad’ini, cep telefonunu vs.sini şarj etmek için odada sadece bir adet priz bulunmasına tepki gösterdiler. Banyolar enteresandı örneğin, dışarıdan bakınca gömme gardırop zannediyorsun, kapakları açıyorsun içerisi banyo meğer, 2 basamak var girişinde, onları çıkıp banyoya giriyorsun, evet bildin bunu da beğenmediler. Açıkçası çok eğlenceliydi, ya da benim mizah anlayışım biraz çağ dışı.
- Eline 1600tl’lik Canon bilmem ne model foto. makinası alan herkesin gördükleri dışkıya kadar görüntüleme meraklarına anlam veremiyorum. Parası olan herkesin fotoğrafçı kesildiği bir dönemde miyiz nedir? Feysbuka fotoğraf koymak için gayet pahalı çabalara girişiliyor gördüğüm kadarıyla. Ve bu sadece ego tatmini ile ilgili, yani madem param böyle fancy birşey almaya yetebiliyor, çünkü bilmem ne karta 12 taksit imkanı varmış, tanıdıklara hava atarım, içmeye ayranım yok ama imaj herşeydir!
- Ve ömrümün sonuna kadar “poz için parmağıyla bir yeri gösteren figürler” de görmek istemiyorum, zihnimdekiler beni bir hayli götürür çünkü.
- 10 dk.lık bir mola 10. sürmelidir, böylece vakitli ve planlanan bir saatte eve dönebilirsiniz. Sanki otobüs molaları alınan yerler dünyanın en şahane yerleriymiş gibi mevzu uzar da uzar, onun tuvaleti, bunun sigarası derken arabanın motoru bile soğur. Kaçış yok o yoldan, sike sike gidicez, ne zorlaştırıyorsun, bin şu araca da defolup gidelim!
- Katıldığım trekking turlarından birinde aynı güzergahtaki bir başka grupla karşılaştık, çimlerin üzerine 10 dk keyif için uzandığımızda, normalde kullanmaları gereken yolda bir dere geçişi var, ama eriyen kar suları, yağmur vs. sebebiyle derenin debisi artmış, artmamış hatta bildiğin coşmuş, paçaları sıvayıp suya girsen kesin akıntıya katılıp dengeni kaybeder suya düşersin. Bu sebeple geri dönen ve rampalı bir yoldan gitmek zorunda kalan o gruba denk geldik. İçlerinde 80 kiloluk suratı kıpkırmızı kesilmiş orta yaşlı menapozlu bir kadın da var, kim onu kandırdı bu tura katılmak için bilmiyorum ama kadın rehbere acayip sinirliydi, “biliyorsunuz zannedip geliyoruz, yol değişti diyip bunca yolu yürüttünüz, olmaz ki böyle şey” diye şarladı nefes nefese kendini yere bırakırken. Benim için bile yoruculuğu vardı. Orta zorluğu olan o parkura kim neden bu kadını aldı bilmiyorum, evde sadece kendi sinirini bozabileceği aktiviteler yapıp menapozun tadını çıkartsa daha iyi olurdu kanımca.
- Gene bir başka parkurda mola anında bir karı-koca saniye kaybetmeden sırtçantalarından ayçekirdeği çıkarttı, güzel doğanın tadına varmaları gerekirken senkronize bir biçimde –ki en sinir bozucu yanı buydu- çekirdek çitlemeye başladılar. Fırsat kolluyorlarmıs gibi, awkward ötesi! Freaks!
- Gezmek için gittiğiniz müzede birden fazla gruba denk gelebiliyorsunuz, haliyle sıkıcı birşey. “Nerde çokluk, orada bokluk” özlü sözünü doğrularcasına...Bzm grubun rehberi güzel güzel bir odada bize bilgi verirken, paldır küldür, sürüden ayrılan tiplerin gürültülü bir şekilde alanımıza tecavüz etmesi, bize 350-400tl verip adı duyulmuş x turizmin bilmem ne turuna katılmış sonradan görme tabiatlı insanın parayla bazı şeyleri edinemeyeceğinin kanıtı gibiydi, mesela saygı göstermek! Zaten o hanzo kişi(ler) “gerçek merak” ile motive edilmiş olsalardı illa ki kulak kabartıp bir köşede sessizce anlatılanları dinlerlerdi, değil mi? Manzara şu: O odadan bu odaya koşturma biçiminde bakayım, bağırarak “aaa bak burda bu var, burda da bu var” diye arkadaşlarını haberdar eder, açıklamaları okumaz, salak makinaları ile gördüklerini ölümsüzleştirdiklerini zannederler.
- Eğer açık havada bir yerleri görmeye gidiyorsanız ve gördüğünüz yerler doğa harikası ve siz bir “karıncayı bile incitmeyeyim, minimum zararla buradan ayrılayım” derken çapulcu kılıklı tiplerin “ayy ne güzel, madem o çiçeği kökünden yolmaya fiziken gücüm yetebiliyor, o zaman ne duruyorum, bu güzelliğe SAHİP OLMALIYIM! ” hissiyat ve içgüdüsüyle nasıl bir bencillik ve cahillikle doğanın canını yaktıklarını gödüm. O güzelliği yolup gittiler gerçekten, kendilerinden sonra gelecek kişiler belki de hayatlarında ilk defa sadece orada görecekleri x çiçeğini artık hiç göremeyecekler. Ne kadar acı, değil mi?
Şubat 12, 2012
Eczanelerde ilaçtan başka herşeyin bulunması mevzuu…
Nasıl ayakkabı ve kıyafet gördüğünde vitrine yapışıyorsun, her bir şeyi dikkatli alıcı gözüyle inceliyorsun, artık eczane vitrinleri de onlardan biri. Artık ne zaman önünden geçsem yavaşlıyorum ve bacaklara bronz görünüm veren spreyden selülit kremlerine, bağışıklık sistemini güçlendiren hatta zayıflamaya yarayan mucizevi haplara kadar herşeyi öğreniyorum bir çırpıda.
Eskiden bnm için eczane senede 1-2 kere uğradığım, kötü kokan, lanet yerler gibiydi. Şimdi pek keyifli, kalabalık hatta sorduğum ilacların bulunmadığı kandırıkçı tükanlara dönüşmüşler. Zaten ne zaman selülit kremim bitse nöbetçi bir eczanenin varlığı içime su serpmiştir gecenin köründe, he valla…
Yazmıyordum ne zamandır, biri hatırlattı sağolsun bir bloğum olduğunu, eski yazdıklarıma bir baktım, gülümsedim, kendim yazdığım için mi bilmiyorum ama sevdim yazdıklarımı, sevimli olduğumu düşünüyorum, kendimle arkadaş olmak isterdim sanırım, iyi bir companion olurdum gibi geldi.
Bugüne dair kayıt bırakmanın en iyi yollarından biri yazmak. Belki 5 yıl sonra tekrar bu satırları okurum, hatıralar, yazıştığım insanlar, gittiğim konserler, okuduğum kitap ya da izlediğim filmler tekrar canlanır gözümde, seviyor insanoğlu nostaljiyiJ Belki 5 yıl sonra kendimi ifade etme özgürlüğüm bile kalmaz ve bir bakmışsın blog denen olay yasaklanır ülkemde, belli mi olur?
Az önce ”Miss Daisy’nin Şoförü”nü izledim, %100 dostluk bu kadar güzel ve insanın içine işleyen birşeymiş. Sonu güzel biten filmlerdi, ben bitirseydim eğer son sahne Miss Daisy’nin mezarına çiçek bırakan gözünden ince bir yaş süzülen iki eliyle şapkasını önünde tutan bir Morgan Freeman olurdu. Gözlerim sulandı önce biraz, sonra filmle hiçbir alakası olmadan ağladım, insan ihtiyaç duyuyor. Erkekler hiç mi ağlamaz gizli gizli böyle birşeyler biriktiğinde, yoksa hep güçlü durmanın gerektirdiği bir nasırlaşma mıdır ağlamamanın sebebi, merak ediyorum. Boşu boşuna kadınlara atfedilmemiş mi diyorsun (bkz:karı gibi ağlamak).
Seviyorum dramayı, filmlerde de, kendi hayatımda da. Kendimi zor yollara, imkansız ilişkilere sokuyorum devamının iyi olmayacağını da duyumsayarak. Bile bile lades oluyorum bir başka deyişle. Boş hayatımı doldurmuş oluyorum biraz, herkes gibi.
Haftasonumu puzzle tamamlama, sabahtan akşama kadar müzik, arada film ve internet ile doldurmuş bulunmaktayım. Karışık bir playlist’di ama Thievery Corp., Explosions in the Sky, Ben Harper ve Mogwai vardı bolcana. İyi hissettirdi.
Bu hafta bnm için iğrenç geçecek çünkü –dünyada 5000’den fazla business center’ı bulunan- şirketimin CEO’su Türkiye ziyareti yapacak ve toplantısını da maalesef bnm bulunduğum center’da yapacakmış buradaki yöneticiler ile birlikte, pain in the ass diye buna derim, sanki yeterince müdür ile muhatap olduğumuz yetmiyormuşçasına şimdi bir de buna panik ataklı müdür münasebeti eklenecek, en nefret ettiğim durum. İğrençlik 2 de glck haftasonumu sabahtan akşama kadar gerzek müdürümüzün bizim için ayarladığı ilkyardım kursunda harcayacak olmam. 18 saat gibi bir boka tekabül ediyor ki shittiest thing in the world diyorum. Gel ağzıma biber sür!
Haftanın iğrençliğini azaltacak güzel şeyler de var neyse ki! 2. en iyi dostum İstanbul’a gelecek, değişiklik olacak onu görmek. Ama film festivali için taa ne zaman aldığım biletler var, ama o da Polonya’ya gidecek Erasmus goygoyuna katılmak için. ”Niye Polonya?” dedim, ”kızııım her akşam parti yapıyorlarmış orda” dedi, umarım aidis fln kapmaz bu gazla:p
Vee !f başlıyor, biletlerim olmazsaydı yazmak için heyecanlanmazdım, en son katıldığım film festivali de buydu, başka özel durumları da vardır bnm için ama onları yazmak istemiyorum. Fi tarihinde gitmiştim, Emek’de izlemiştim. Çok güzel ve etkileyiciydi. Şimdi Fitaş’a talimizJ
Festivale gelen kitleyi izlemek, gözlemlemek başlıca keyiflerimden olacak. Değişik tipler, hayatların tarzlara yansıma şekli ya da üste bir beden büyük tarzlarJ
En yakın dostum –number 1- sanırım şubat sonunda nişanlanacak, bu konu hakkındaki görüş ve psikolojik travmamı bir başka entry’de yazarım, içim şişer çünkü şimdi yazarsam. Stresi az bir hafta diliyorum, sevgiler.
Kasım 08, 2011
Amaçsız Yaşıyorum
“Yaşam, yaşamak için onca çabaya değer mi? Bir başka deyişle yaşamı yaşamaya değer kılan tam olarak neydi?” Jonathan Safran Foer (Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın)
Kitapta okuduktan sonra düşündüm ben de yaşam amacımı, hayatta gerçekten ne yapmak istediğimi, nereye ulaşmaya çalıştığımı…Başta aklıma hiçbir şey gelmedi açıkçası, ”öleyim ben bari ” dedim ama pek bir karanlık geldi bu düşünce. “Ee yaşasam”a kaydım doğal olarak.
“10 yıl sonra/içinde kendinizi nerede görüyorsunuz? Bana kısa ve uzun vadeli planlar ve hedeflerinizden bahseder misiniz?” (Klasik mülâkat sorusu. Ve benim her zaman bu klasik sorulara verilecek yalanlarım mevcuttur. Çok yalan söylerim ben iş görüşmelerinde. İşe yarıyor, gerçekten bak! Elinde zaten iş yoksa kaybedecek neyin var ki o sıkıcı görüşmede?)
“10 yıl içinde kendimi zengin, hoş, bana deli gibi aşık bir adamın karısı olarak emrimde çalıştırdığım insanlara kötülük yaparak geçiriyor olacağım” demek ve insan kaynakları kızının (bugüne kadar karşılaştıklarım hep bağyandı çünkü. Erkek hemşire kadar değişik bir durum erkek ik uzmanı ile karşılaşmak) şaşkın bakışlarını farkederek soruya şu cümleyle nokta koymak istiyorum: “Gerçekten çalışma hayatı, iş stresi vs. ile kendimi yıpratacağımı düşünmüyorsunuz, öyle değil mi?”
Yaşamak mevzuu ile ilgili şahsi fikrime gelince: Bence tesadüfen doğduk ve öylesine yaşıyoruz! Aha bu cümlenin altına da imzamı koyarım:p Eğer hayatta çok güzel şeylerin bizi beklediğine dair bir inanç ve beklentimiz varsa, ve madem hepimiz o kadar optimist çiçek ve böcükler isek neden etrafımızda ve ülkemizde ve dünyamızda bir sürü karamsar insan var? Bu kadar iyimserlik ve güzel duygularla ve umutlarla çok daha iyi bir durumda olabilirdi şu an insanoğlu?!
Zevk aldığımız şeyler için yaşadığımızı varsaysak? Sevişmek, güzel bir yemek, spor yapmak…sadece bunlar için de yaşamak yeterli gelmedi bana. Ne yani bağımlılık hatta hedonizme mi indirgeyelim o kocaman yaşama sebebi sorunsalımızı, yok olmaz öyle şey.
Dediğim gibi aslında sadece yaşamak için yaşıyoruz, yapacak daha iyi birşey gelmiyor aklımıza, zaten fazla bir seçenek de yok: yaşamak vs ölmek.
Bu tekdüzelikten sıkılınca da hayatımıza renk gelsin diye sevgili oluyoruz, yemek yapmayı öğreniyoruz, evleniyoruz, çocuk ya da köpek yavrusu evlat ediniyoruz (ben köpeği tercih ederdim şahsen), boşanıyoruz, İspanyolca kursuna gidiyoruz, kendine yardım kitaplarına sarıyoruz, temizlik yapıyoruz…vs. Hep belli bir süre zarfını doldurmayı amaçlıyoruz. 24 saati yani. Daha sonra haftalar ve bir ay, ve aylar…Geriye dönüp bakınca da “vayy be 1 sene nasıl da geçmiş” diyoruz. Tüm yaptıklarımız o süreyi doldurabilmekle alakalı.
“En kısa vadeli hedefim bu günü tamamlayabilmek..
Kısa vadeli hedefim haftayı canlı çıkarabilmek…
Orta vadeli hedefim 1 aylık sürede kendime zarar vermemek…
Uzun vadeli hedefim 1 Ocak’a kadar Şeker Kız Candy transformasyonumu tamamlamak!”
Realistik düşündüğüm için bağışlayın beni, en zayıf olduğum nokta budur. Ama takdir edersiniz ki 1 yıl da çok uzun bir süredir.
Kendimi en güçlü gördüğüm nokta ise, anladığınız üzere, planlı davranış alışkanlığımdır. Önümüzdeki bir yılın planı bellidir bnm için. Günler dolu geçmezse olmaz. Dolacak, ama öyle ama böyle dolmak zorunda. Yoksa ne yaparım ben?
Her sene hedeflerim 31 Aralık gecesi resetlenir, Cnbc-e’de Victoria ’s Secret şovun başlamasıyla da tekrar hayata geri dönerim.
Kısacası şirketiniz için değerli bir asset olacağımı düşünüyorum.
*****sessizlik******
“Teşekkürler, biz sizi ararız.”
“Asıl vakit ayırdığınız için ben teşekkür ederim.”
PS: Şu sıralar iş aradığımdan dolayı konunun içine sızıverdi kabusum. O sebepledir yani.
Ekim 17, 2011
2 haftadır işsizlik durumuna dair söylenesi birkaç şey...
Neler Öğrendim?
Bir de -gene iş bulma mevzuu ile igili- şöyle bir problem var: İşsiz olduğunu bilen eş/arkadaş/sevgili sana kıyak geçmek içn sektörden bir tanıdığına CV'ni yollattırır. Sen de büyük değil kocaman bir beklenti içine girersin bakalım hangi şirketten arayacaklar diye. Günün birinde ararlar öylesine bir şirketten, ....kişisinden bnm CV'mi aldıklarını söyler ve ön görüşmeye çağırırlar, ama zerre kadar o şirkette çalışmayı istemeyen ben, kibarca o işyerinin bana uzak olduğunu ama başka bir şubeye CV'mi yönlendirmeleri halinde memnuniyet duyacağımı söylerim. Sonuç: Hem o nüfuzlu kişiye karşı ben rezil olurum, hem beni ona öneren kişi rezil olur, böyle bomb.k bir durum ortaya çıkar. Ve tüm suç, CV'mi sırf "yaptım" demiş olmak için keko yerlere gönderen o nüfuzlu kişi değil de götünde donu olmayan ama hala nasıl bir kendini beğenmişlikle o işi reddeden ben oluyorum, gel de sinirlenme!!
Neredeyse telaşlanmaya başlayacağım lan iş yok diye, işin kötüsü ne biliyor musun? Eski işyerimden birilerinin bana tel. açıp da "naber yaa, nasıl gidiyor, buldun mu iş, aaa bulamadın mı, hani sen işsiz kalmazdın, bulurdun hemen" diye dalga geçme ve dedikodu süreçlerini kapsayan bir döngüye dahil olmak!!!!
Ben moralim düzgün olduğunda yazacağım gene ama şimdi paylaşacak pek neşeli birşeyler gelmiyor aklıma maalesef. Görüşürüz sanal insanlar!
- Kendime pek bir güveniyormuşum.
- Daha bir b.k olmama zaman varmış meğersem.
- İşten ayrılırken vedalaştığım insanlara s.ki t.aşağına denk rahatlıkta söylenen "yeni iş mi, yooo bulmadım ki, sadece artık burada çalışmak istemediğime karar verdim" gibilerinden özgür iradeli ve aşırı özgüven sahibi cümlelerin g.tümde patlaması pek şık oldu doğrusu!
- İş bulma sitelerindeki eleman ilanları meğerse her zaman ihtiyaca yönelik değilmiş, ne olmaz ne olmaz diye ellerinin altında bir sürü cv koleksiyonu yapmak içinmiş.
- Zorda kalındığında CV'ye birkaç beyaz yalan eklenebilirmiş.
- "Bir kere de canımın istediği gibi yapiyim, yeni bir iş ayarlamadan basıp gidiyim, tüm iş bulma süreci spontane gelişsin" didim, demez olaydım!
Bir de -gene iş bulma mevzuu ile igili- şöyle bir problem var: İşsiz olduğunu bilen eş/arkadaş/sevgili sana kıyak geçmek içn sektörden bir tanıdığına CV'ni yollattırır. Sen de büyük değil kocaman bir beklenti içine girersin bakalım hangi şirketten arayacaklar diye. Günün birinde ararlar öylesine bir şirketten, ....kişisinden bnm CV'mi aldıklarını söyler ve ön görüşmeye çağırırlar, ama zerre kadar o şirkette çalışmayı istemeyen ben, kibarca o işyerinin bana uzak olduğunu ama başka bir şubeye CV'mi yönlendirmeleri halinde memnuniyet duyacağımı söylerim. Sonuç: Hem o nüfuzlu kişiye karşı ben rezil olurum, hem beni ona öneren kişi rezil olur, böyle bomb.k bir durum ortaya çıkar. Ve tüm suç, CV'mi sırf "yaptım" demiş olmak için keko yerlere gönderen o nüfuzlu kişi değil de götünde donu olmayan ama hala nasıl bir kendini beğenmişlikle o işi reddeden ben oluyorum, gel de sinirlenme!!
Neredeyse telaşlanmaya başlayacağım lan iş yok diye, işin kötüsü ne biliyor musun? Eski işyerimden birilerinin bana tel. açıp da "naber yaa, nasıl gidiyor, buldun mu iş, aaa bulamadın mı, hani sen işsiz kalmazdın, bulurdun hemen" diye dalga geçme ve dedikodu süreçlerini kapsayan bir döngüye dahil olmak!!!!
Ben moralim düzgün olduğunda yazacağım gene ama şimdi paylaşacak pek neşeli birşeyler gelmiyor aklıma maalesef. Görüşürüz sanal insanlar!
Temmuz 09, 2011
"Tutunamayanlar"ı bitirdim başladıktan 250 yıl sonra!!
Bir oturuşta sonunu görebileceğim bir kitap olamadı maalesef. Belki de zamanlama hatası. İçimdeki Selim Işık'ı gördüm ve bu eserden sonra sanırım hep bir parçam olarak kalacak o. Aslında farkettiğim ama isimlendiremediğim bir şeydi, o şeyin adını buldum artık en azından. Tutunamayanlar olduklarını iddia edenlerin bu kitabı okuduktan sonra anında triplere girmesi muhtemel. Peki o çürükleri aralardan temizlemek nasıl mümkün? Hem bizleri aralarına almayıp hem de yağmurlu bir akşam oturup evde tek başlarına şarap içerken depresif bir modda, kendilerini bu kitaba yakın bulmalarını istemiyorum.
Haziran 27, 2011
Mehmet Günsür'ü koymayın bir kere de aşık rolüne arkadaş...
Yemin ediyorum, ülkedeki bayanların beklentileri yükseliyor karşı cinsten. Sadece fiziksel olarak değil - uuuuu beybi taş gibi meaşallah, kimse laf edemez tabe- ama bir de oynadığı rolü kendisine yapıştırdığımızda bütün iyi "en"ler onda toplanıyor. Onun fotolarına bakıp derin derin iç geçirmeler mi dersin, onun gibisini buluncaya kadar kimseyi hayatına almama kararı alanlar mı dersin, bloğunda ondan bahsedenler mi, daha ne türevler çıkar kimbilir... Evet sonunda "Aşk Tesadüfleri Sever"i izledim ve onun akabinde de yazasım geldi. Yazmak ne kelime, insanı şair yapar bu herif, her seferinde görünmeyen bir bıçakla kalbini deşer durursun. Yaşlanmıyor da maalesef ki en azından "gençliğinde baştan çıkarıcı şeytan kostümü giyerdi" diyelim. Evlendi, çocukları oldu, şudur budur ama yıpranmamış görmeyeli. Deli ediyor beni; her iki anlamda da!
Filme gidenlerden duyduğum en common şey "biz ağladık" lafıydı. Dram seven biri olarak "biz ağladık" lafına tav olmalı mıyım kestiremedim çünkü R.İvedik izleyip "yarıldık gülmekten, harika!" diyen tipler de var. Filmi sinemada izlemediğimden de olabilir, yoksa başka insanlarla bakış açımızda ya da duygu hücrelerimizin çalışma şekli arasındaki farklılıklardan da kaynaklanıyor olabilir: Ağlamadım! Gözüme toz da kaçmadı. Üzerime, tam da göğsümün üzerine birşey oturdu yalnızca, ve ben de bu blues duygusundan uzaklaşmak için herşeyi yapıcam birazdan. Dondurma tüketip Fringe izlesem ve Dr. Bishop'un garipliklerine sırıtsam belki bir yararı dokunur. Filme 10 üzerinden 7 virdim gitti.
CouchSurfing'de bissürü kişi var One Love'a gidecek. En iyisi onların araına karışıp duygusal ve sosyal sorunları olmayan dengeli, neşeli, uyumlu bir 25 yaş insan portresi çizmek. İşin güzeli mesaimi saat 4.00'de bitecek şekilde ayarlattım. Kötü haber ise camış gibi eğlenip, içip, yorulduktan sonra sabah 7.30'da mesaiye başlamak!!!
Filme gidenlerden duyduğum en common şey "biz ağladık" lafıydı. Dram seven biri olarak "biz ağladık" lafına tav olmalı mıyım kestiremedim çünkü R.İvedik izleyip "yarıldık gülmekten, harika!" diyen tipler de var. Filmi sinemada izlemediğimden de olabilir, yoksa başka insanlarla bakış açımızda ya da duygu hücrelerimizin çalışma şekli arasındaki farklılıklardan da kaynaklanıyor olabilir: Ağlamadım! Gözüme toz da kaçmadı. Üzerime, tam da göğsümün üzerine birşey oturdu yalnızca, ve ben de bu blues duygusundan uzaklaşmak için herşeyi yapıcam birazdan. Dondurma tüketip Fringe izlesem ve Dr. Bishop'un garipliklerine sırıtsam belki bir yararı dokunur. Filme 10 üzerinden 7 virdim gitti.
CouchSurfing'de bissürü kişi var One Love'a gidecek. En iyisi onların araına karışıp duygusal ve sosyal sorunları olmayan dengeli, neşeli, uyumlu bir 25 yaş insan portresi çizmek. İşin güzeli mesaimi saat 4.00'de bitecek şekilde ayarlattım. Kötü haber ise camış gibi eğlenip, içip, yorulduktan sonra sabah 7.30'da mesaiye başlamak!!!
Haziran 22, 2011
İş yeri hekimi denen figür cenever değilmiş
Bugüne kadar işim düşmediğimden olsa gerek, duyduklarım ve kafamdaki zırvalardan ibaretti iş hekiminin fonksiyonu. Sonuçta önüne gelene rapor verse, işgücünde azalma olur, aksaklıklar baş gösterir, o da bu sebeple domuzluk yapar, hastaysan da rapor yazmaz....vs. Bizimkinin iyi olduğuna kannat getirmem bugün bana istirahat yazıp eve göndermesinden.
Dün bi arkadaşla -ne bok yemeye- aç karnına biraları içip üzerine Bambi'nin acılı burgerine dadanınca, orada istifra etmekle kalmadım (kılık değiştirip giderim bi dahakine artıh), takside eve giderken poşetin içini doldurdum, öğlen gözümü açıp banyoda boş midem yüzünden boş boş öğürdüm. Banyo yapmadım, bari saçımda kusmuk olmasın diye aynada hayalet suratıma bakarken "işe gitmesem mi" diye düşündüm, sonra da o düşünceyi kafamdan hemen uzaklaştırdım. Devlet hastanesine gidip rapor almak çok zahmetli göründü, "nasıl olsa akşam iş olmuyor" tesellisiyle sürünerek taksiye bindim, sırtımda biri oturuyormuş gibi dolandım bi yarım saat barda. Sonra HR departmanından güzel hatun iş yeri hekimimizin bugün otelde olduğunu ve gidip görmemin faydalı olabileceğinden bahsetti. Adam beni görünce "kağıt gibi beyazsın" dedi, tansiyonumu ölçtü, şikayetlerimi dinledi, bulantı için haplar verdi, reçete yazdı fln. Yabancı birisinden şevkat ilgi görmek ne güzelmiş la:))
İzni aldıktan sonra sanki işyerine rövaşatadan gol atmış gibi hissettim:))
Şanslıyım ayriyetten, özel sağlık sigortam var, 17 liralık ilacı 3 liraya aldım:)
Neden hangover'ın etkisi bu kadar uzun sürdü onu anlamadım ama. Eskiden -hem de defalarca- gece sünger gibi içip 3 saat uykuyla işe gelirdim. Kafein alımından sonra günü sağ salim tamamlardım. Yaşlanıyor muyum ne?
Dün bi arkadaşla -ne bok yemeye- aç karnına biraları içip üzerine Bambi'nin acılı burgerine dadanınca, orada istifra etmekle kalmadım (kılık değiştirip giderim bi dahakine artıh), takside eve giderken poşetin içini doldurdum, öğlen gözümü açıp banyoda boş midem yüzünden boş boş öğürdüm. Banyo yapmadım, bari saçımda kusmuk olmasın diye aynada hayalet suratıma bakarken "işe gitmesem mi" diye düşündüm, sonra da o düşünceyi kafamdan hemen uzaklaştırdım. Devlet hastanesine gidip rapor almak çok zahmetli göründü, "nasıl olsa akşam iş olmuyor" tesellisiyle sürünerek taksiye bindim, sırtımda biri oturuyormuş gibi dolandım bi yarım saat barda. Sonra HR departmanından güzel hatun iş yeri hekimimizin bugün otelde olduğunu ve gidip görmemin faydalı olabileceğinden bahsetti. Adam beni görünce "kağıt gibi beyazsın" dedi, tansiyonumu ölçtü, şikayetlerimi dinledi, bulantı için haplar verdi, reçete yazdı fln. Yabancı birisinden şevkat ilgi görmek ne güzelmiş la:))
İzni aldıktan sonra sanki işyerine rövaşatadan gol atmış gibi hissettim:))
Şanslıyım ayriyetten, özel sağlık sigortam var, 17 liralık ilacı 3 liraya aldım:)
Neden hangover'ın etkisi bu kadar uzun sürdü onu anlamadım ama. Eskiden -hem de defalarca- gece sünger gibi içip 3 saat uykuyla işe gelirdim. Kafein alımından sonra günü sağ salim tamamlardım. Yaşlanıyor muyum ne?
Haziran 07, 2011
Bir servis elemanının kafasından ışık hızıyla geçenler...
- Birkaç kişinin muhabbet ettiği bir masada herkesten sipariş aldım ama senden alamadım. Neden? Çünkü sen beni görmemezlikten geliyorsun. Sanıyorsun ki sana servis etmekle görevli biri, yanıbaşında kök salınca kendini önemli fln addediyorsun. Burnu büyük, ukala, milleti küçümseyen garsonlardan lazım size çünkü. Yiyecek içecek kültürünü gittiği birkaç fancy ve pahalı cafeden edinmiş olan biri olduğunu bilmeme rağmen gene de sinir olabiliyorum.
- İçerisinde domuz eti bulunduğunu hatırlatmam gereken menu item'ları var-Müslüman bir ülkede yaşadığımızdan olsa gerek! Bana "biliyorum zaten" diye ukalalık yapma.
- Domuz eti katkılı o şahane sandviçi yeseler-ki yiyorlar zaman zaman da- bayılacaklar ama şu dinin lezzetin de alanına müdahele etmesinden hoşlanmıyorum. Hadi bırak misafiri, turizmciye ne demeli? Gerek derste şarapla yapılan o şahane elma tatlısının tadına bakmayanlar gerekse kokteyllerde servis ettiğimiz İtalyan menşeili o leziz aperatiflerin tadına sadece domuz içerdiği için bakmayanlar? Yahu en azından bir fikrin olsun diye dene be. Belki de beğenme olasılığıdır onu korkutan. Turizmci dediğin her b.ku yer, içer, yemek ve içmek zorunda! Food&Beverage (F&B) çalışanlarıdır bunu yapan, ulan misafir sonra "tadı neye benziyor", "hafif mi", "yanında içecek olarak ne tavsiye edersiniz", ...vs dese? PEMBE GÖZLÜKLERDEN KURTULUN! Bağnazlığınızı, dar görüşlülüğünüzü çalıştığınız yerin kapısında bırakın. Anlaştık mı? Efferim.
- Menu item'larının altında zaten kısa bilgi var, ona rağmen bana hala Croque Monsieur'ün içinde ne var diye sorma! Okumaya da mı üşenir bir insan yaa...Yuh!
- Çok bilmiş havalarda eline mönüyü alıp bana "Tiramisu'yu asıl İtalya'da yiyeceksin" "Geçenlerde buranın (söz konusu restoranımızın) Londra'daki şubesine gittik, şaahaaneyydii" gibisinden şeylerle kafamı ütüleme. Bana ne a.q., nerde ne b.k yersen ye. Parya olarak mı görüyor beni ne?
- Önüne çok şık deri bir placemat koyuyorum ki masayı kirletme diye. Hayır hala anlamış değilim nasıl başarıyorsun o tabağındaki yiyecek ile masanın alakasız bir yerini batırmayı?! Parkinson hastasına da benzemiyorsun. Ben bakmadığımda eğlence olsun diye "uçak geliyooor, aç ağzını mı" yapıyorsun kendi kendine?!
- Menüden sipariş verirken büyük bir havayla kasılarak yabancı isimleri gö.ünden telafuz edenler: Birgün patlatıcam kahkahayı yemin ediyorum. Pıssss diye sönücek sonra havan:)
- Tatsız yorum, şirretlik, şikayet, çemkirme, vs. durumları yaratıp kahveyi, tatlıyı ya da belki biraz indirim kapacağını sanan sütü bozuklara lafım yok.
- İnsanlar sizi selamladığında ya da uğurladığında en azından bir baş selamı verebilirsin. Senin zalah suratına gülümsemeye bayılmıyorum, inan!
- Şık Davranış Örneği: Eğer otelden/herhangi bir mekandan birisini ziyarete gittiğinizde o kişi size kesinlikle hesap ödetmiyorsa, tüm ısrarlara rağmen masaya bir sakal atın. Bu güzel bir jesttir ve bir sonraki sefer geldiğinizde muhakkak hatırlanır, daha ikinci gelişiniz olmasına karşın sanki oranın müdavimiymişsiniz gibi en içten ve özenli servisle ödüllendirilirsiniz. Gerçek bu.
- Şarabın içine buz istemeyin. Bu "nasıl olsa midemde hepsi karışacak" düşüncesiyle çorba,salata, ana yemek ve tatlının aynı tabakta yenmesi gibi birşey. O şarabın üreticisi g.tünü yırtıyor afedersin, "yok asidite, yok tanen, yok sıcaklık ve muhafaza değeri" diye. Soda iç o zaman, kokteyl iç. Yapma ama bunu şaraba. Kim başlattı acaba ilk?
- Sadece ilk seferde aklıma bunlar geldi, daha neler dökülür kimbilir gri hücrelerimi kassam az. Görüşürüz!
Haziran 04, 2011
Herhangi birşey için "tutku besliyor muyum" diye düşünürüm yıllardır...
Hala bulamadım cevabını. Öyle birşey ki bu, mesela sabah senin 2 saat erken uyanmanı sağlayabilir. Gık demezsin. Kendini adadığın şeydir sonuçta. Kendi kendime en azından birkaç seçenek yaratsam da, denemeye korkuyorum.
17-18 yaşında girdiğin dangalak bir sınavdan sonra okuman, meslek edinmen ve o mesleği icra etmen beklenir o kadar sana harcanmış olan emekten sonra. Seninse en kısa vadeli amacın okuldan mezun olabilmektir bir an önce. Mezun olduktan sonra çalışma hayatı. Belki de o zamana kadar doğru dürüst düşünmemişsindir o işi 25 yıl kadar yapmak zorunda kalacağını. Birgün "Daaaaaaaaaannnk!" eder kafana. İç sıkıntısı başlar, ve moralini düzeltmek için dünyadaki en şahane çikolata bile nafiledir. Bokunu yemiş kumru gibi düşünmekteyim.
Bu meslekte fark yaratacak insanlardan biri olamayacağımı anlamış bulunuyorum. Yapı itibari ile pek de uygun değilmişim bu mesleğe, sanırım sonunda yüzleştim bu gerçekle. Yerini ne ile doldurabilirim, işte can alıcı soru bu. Üstüne üstlük bir de İstanbul'dan sıkıldım. Başka bir şehir hatta ülkede yaşamanın hayalini kuruyorum içten içe.
"Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi"
Belki kendimle ilgili hayalini kurduğum tüm herşey orada gerçekleşirmiş gibi geliyor. Yeni birşeyler de denemek istiyorum. Yeni bir başlangıç. Ruhumu harekete geçirebilecek herhangi birşey.
17-18 yaşında girdiğin dangalak bir sınavdan sonra okuman, meslek edinmen ve o mesleği icra etmen beklenir o kadar sana harcanmış olan emekten sonra. Seninse en kısa vadeli amacın okuldan mezun olabilmektir bir an önce. Mezun olduktan sonra çalışma hayatı. Belki de o zamana kadar doğru dürüst düşünmemişsindir o işi 25 yıl kadar yapmak zorunda kalacağını. Birgün "Daaaaaaaaaannnk!" eder kafana. İç sıkıntısı başlar, ve moralini düzeltmek için dünyadaki en şahane çikolata bile nafiledir. Bokunu yemiş kumru gibi düşünmekteyim.
Bu meslekte fark yaratacak insanlardan biri olamayacağımı anlamış bulunuyorum. Yapı itibari ile pek de uygun değilmişim bu mesleğe, sanırım sonunda yüzleştim bu gerçekle. Yerini ne ile doldurabilirim, işte can alıcı soru bu. Üstüne üstlük bir de İstanbul'dan sıkıldım. Başka bir şehir hatta ülkede yaşamanın hayalini kuruyorum içten içe.
"Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi"
Belki kendimle ilgili hayalini kurduğum tüm herşey orada gerçekleşirmiş gibi geliyor. Yeni birşeyler de denemek istiyorum. Yeni bir başlangıç. Ruhumu harekete geçirebilecek herhangi birşey.
Mayıs 27, 2011
"Gişe Memuru" ve "Incendies"
Asla düşük bütçeli, bağımsız ve durum psikolojisi üzerine yoğunlaşmış Türk filmlerini göz ucuyla izleyip -sırf izlemiş olmak için hem de- "I-ıh, olmamış bu" diye çemkirmeye hazır güruhtan olmadım. Bizden hikayelerdi sonuçta. Hiç mi insanın içinden sahiplenmek gelmezdi ki?! Gişe Memuru'na da pek büyük beklentiyle girdiğimden midir nedir (bknz:Antalya Film Fest. En İyi Film), nasıl desem, kesmedi be hocam! Yani müzikler güzeldi, oyunculuklar da. Konu basitti. Ama öyle birşeydi ki film 3.5 saat sürse ben gene koltukta kalır izlemeye devam ederdim. Hikaye mi uzadı, ben mi sıkıldım, baş karakterin derin ve sıkıntılı iç çekişlerinden birşey mi kaptım, net olamıyorum. Sevmedim ama nefret de etmedim. Kes.
Gişe Memuru'ndan çıktıktan sonra Incendies adlı yabancı dalda Oscar adaylığı kapmış bir filmi izledim. İlk filmden çıktıktan 15 dk. sonra başlayacaktı bu ve ben kesin mala bağlarım diye düşündüm. Filmin başında çubuk krakerimin üzerindeki tuzları dişleyip ağır ağır krakeri mideye indirirken az daha kendimi haklı çıkardığım için sevinecektim ama film de benim çıbık krakerimi bitirmemi bekliyormuş gibiydi. Film ivmelendi, belimin değil kabaetlerimin üzerinde oturuyordum artık. Ve sonra dikkatim neredeyse hiç bölünmeden o inanılmaz hikayeye bağlandım. Savaşın o kadar uzağındayım ki ancak filmlerde gördüğüm için kendimi şanslı addettim. "Savaş, hmm, nasıl oluyormuş, ben hiç bilmem ki savaş nedir, bakalım zavallı insanlar savaşta neler yaşıyorlarmış" psikolojisine girdim. Ve müthiş bir final. Oturup keyif ve inceden şokla yazıların akmasını izledim. Boşa gitmediğine sevindiğim bir vakit oldu. Bilet desem zaten Yeşilçam'da her daim ucuz bilet. Orda izlediğim her filmle birşeyler öğrendim dünyayla ilgili. Bilinmeyenin insana verdiği tedirginlik ve sonrasında duyulan tatmin ve mutluluk hissi. Bilgi küpüm az daha doldu sevinci. Öyle bir Pollyannacılık işte...
Sonrasında her Beyoğlu'na çıktığımda yaptığım gibi bir cafeye oturup az kitap okuma, az yeme-içme, ve çoğunlukla da insanları izleme keyfiyle vakit harcadım. Ara Cafe'ye ne zmn gitsem tatlı yiyorum, bugün alıcı gözüyle yemeklere de bakayım dedim mönüyü incelerken, az tuzlu geldi, fazla aç değildim, kahve-tatlı sipariş ettim. Zaten 2 porsiyon büyüklüğünde geliyor tatlı, bitirdikten sonra Sarıyer'e kadar koşsan gene eritemezsin yediklerini;))
En büyük zevklerimden birisi, bu arada, vanilyalı dondurma yerken kahve içmek. Biliyorum dişlerimi mahvedecek bişey ama güzel olup zararlı olmayan birşey yok. Muazzam birşey azizim, beni benden alıyor. Hayat birkaç dakika pembeleşiyor. Napçan işte. Herkesin sığınağı farklı.
Gişe Memuru'ndan çıktıktan sonra Incendies adlı yabancı dalda Oscar adaylığı kapmış bir filmi izledim. İlk filmden çıktıktan 15 dk. sonra başlayacaktı bu ve ben kesin mala bağlarım diye düşündüm. Filmin başında çubuk krakerimin üzerindeki tuzları dişleyip ağır ağır krakeri mideye indirirken az daha kendimi haklı çıkardığım için sevinecektim ama film de benim çıbık krakerimi bitirmemi bekliyormuş gibiydi. Film ivmelendi, belimin değil kabaetlerimin üzerinde oturuyordum artık. Ve sonra dikkatim neredeyse hiç bölünmeden o inanılmaz hikayeye bağlandım. Savaşın o kadar uzağındayım ki ancak filmlerde gördüğüm için kendimi şanslı addettim. "Savaş, hmm, nasıl oluyormuş, ben hiç bilmem ki savaş nedir, bakalım zavallı insanlar savaşta neler yaşıyorlarmış" psikolojisine girdim. Ve müthiş bir final. Oturup keyif ve inceden şokla yazıların akmasını izledim. Boşa gitmediğine sevindiğim bir vakit oldu. Bilet desem zaten Yeşilçam'da her daim ucuz bilet. Orda izlediğim her filmle birşeyler öğrendim dünyayla ilgili. Bilinmeyenin insana verdiği tedirginlik ve sonrasında duyulan tatmin ve mutluluk hissi. Bilgi küpüm az daha doldu sevinci. Öyle bir Pollyannacılık işte...
Sonrasında her Beyoğlu'na çıktığımda yaptığım gibi bir cafeye oturup az kitap okuma, az yeme-içme, ve çoğunlukla da insanları izleme keyfiyle vakit harcadım. Ara Cafe'ye ne zmn gitsem tatlı yiyorum, bugün alıcı gözüyle yemeklere de bakayım dedim mönüyü incelerken, az tuzlu geldi, fazla aç değildim, kahve-tatlı sipariş ettim. Zaten 2 porsiyon büyüklüğünde geliyor tatlı, bitirdikten sonra Sarıyer'e kadar koşsan gene eritemezsin yediklerini;))
En büyük zevklerimden birisi, bu arada, vanilyalı dondurma yerken kahve içmek. Biliyorum dişlerimi mahvedecek bişey ama güzel olup zararlı olmayan birşey yok. Muazzam birşey azizim, beni benden alıyor. Hayat birkaç dakika pembeleşiyor. Napçan işte. Herkesin sığınağı farklı.
Mayıs 17, 2011
Uzun süren durağanlıktan sonra birşeylerin olması kaçınılmazdı artık.
Kahramanımızın 1TB'lık harddiski mortoyu çekti ya da cartladı ya da geberdi. İçinde üniversite ve sonrası ile ilgili herşeyimi barındıran bu teknoloji harikasının bozulmasıyla en favori filmlerim, daha izlemeye fırsat bulamadığım filmlerim, deli müzik arşivim, fotoğraflarım ve hatıralar, okul projelerim-hatta mezuniyet tezim- vs... yok oldu. Beni ben yapan yolculuğun en önemli parçasıydı. Moralim çok bozuk.
Mayıs 08, 2011
Mayıs 05, 2011
Camdan müzik sesi geliyor, canlı performans, hatta tüm şarkılar tanıdık.
Eğer biri Şebnem Ferah tribute akşamı yapmıyorsa, bu gerçek bir Şebnem Ferah konseri. Büyük bir olasılıkla evimin yakınındaki özel bir okulda konser veriyor. Yürüyerek 3 dk. Parmağımı kıpırdatasım yok. Onun konserine de anca para verip gitmek yakışır bana. Uyuşukluğumdan kurtulamıyorum. Önceki yaşamımda kırlent olduğuma inanmaya başlayacağım nerdeyse.
Nisan 11, 2011
Rahatsız Edici Filmler- No_4
Gerisi nerde mi bu "Rahatsız Edici Filmler" serisinin? 2010'un Haziran-Temmuz-Ağustos kayıtlarında.
Cannibal Holocaust
1980 yapımı.
Yönetmen: Riggero Duedato
Yamyamları fln çekmek üzere Green Inferno yani Amazon'a giden 4 belgeselci gençten haber alınamaması üzerine antropolojist Prof. Monroe bunları bulsun diye ardlarından gönderilir. Vardığındaysa yanına o bölgenin deneyimli rehberlerinden Chaco ve yardımcısını alır, haaa ne olur, gençlerin bir süre sonra öldüklerini anlarlar, ordan burdan eşyalarını toplaya toplaya iskelet ve kafataslarını bulurlar nihayetinde. Veletlerin başlarına ne geldiğini tam anlamaları içinse, Mr Monroe'nun yerlilerin elinde bulunan film makaralarını ele geçirip izlemesi gerekiyor.
İzleyici de dahil insan daha filmin başında yamyamlara negatif yaklaşıyor, ama o 4 belgeselciden 3'ünün-ki dördüncüsü de bayan zaten- kabiledeki kadınlardan birinin ırzına geçtiğini, sonra kabilenin bunu öğrenip kendi geleneklerine göre kadını kazığa oturtarak öldürdüklerini öğrendiğinde, ekipteki bir bayan ve bir erkeğin kendi cinsel birşemelerini koca kabilenin önünde fütursuzca gerçekleştirdiklerini, onların akşam yemeklerini çöpe attıklarını vs. gördüğünde "yeryüzünden birkaç p.ç kurusu yok olmuş ne, olcak ki" diye geçirebiliyorsun. Böyle şeyler düşündüğün için kendimi kötü hissetmeme gerek olmadığını düşünüyorum, film olmasa da tıpkı böyle reaksiyon verirdim". Doğru ya da yanlış, tartışılır.
Cannibal Holocaust
1980 yapımı.
Yönetmen: Riggero Duedato
Yamyamları fln çekmek üzere Green Inferno yani Amazon'a giden 4 belgeselci gençten haber alınamaması üzerine antropolojist Prof. Monroe bunları bulsun diye ardlarından gönderilir. Vardığındaysa yanına o bölgenin deneyimli rehberlerinden Chaco ve yardımcısını alır, haaa ne olur, gençlerin bir süre sonra öldüklerini anlarlar, ordan burdan eşyalarını toplaya toplaya iskelet ve kafataslarını bulurlar nihayetinde. Veletlerin başlarına ne geldiğini tam anlamaları içinse, Mr Monroe'nun yerlilerin elinde bulunan film makaralarını ele geçirip izlemesi gerekiyor.
İzleyici de dahil insan daha filmin başında yamyamlara negatif yaklaşıyor, ama o 4 belgeselciden 3'ünün-ki dördüncüsü de bayan zaten- kabiledeki kadınlardan birinin ırzına geçtiğini, sonra kabilenin bunu öğrenip kendi geleneklerine göre kadını kazığa oturtarak öldürdüklerini öğrendiğinde, ekipteki bir bayan ve bir erkeğin kendi cinsel birşemelerini koca kabilenin önünde fütursuzca gerçekleştirdiklerini, onların akşam yemeklerini çöpe attıklarını vs. gördüğünde "yeryüzünden birkaç p.ç kurusu yok olmuş ne, olcak ki" diye geçirebiliyorsun. Böyle şeyler düşündüğün için kendimi kötü hissetmeme gerek olmadığını düşünüyorum, film olmasa da tıpkı böyle reaksiyon verirdim". Doğru ya da yanlış, tartışılır.
Mart 08, 2011
Fitness'a başladım, ilk günümdü, yorgunluktan ölmek:)) Hatta bir ara bedenimi kros makinasının üzerinde bıraktım, ruhum salonda dolaşmaya başladı, beyaz ışığı göremediğm için bu entry'yi girebildim bu akşam:))
Bir de üyelik mecburi 1 senelik, verdik parayı kuzu kuzu, şimdi s.kseler gene giderim sırf paranın hakkını veriyim diye:)) En azından saunaya girip domuz gibi terlemek ya da havuzda sırt üstü uzanıp ayak parmaklarımı oynatışımı herkese izletmek için:))) Herkesin motivasyonu farklı. Kimi "benden Adriana Lima çıkar mı lan" diye gidiyor, kimi de bnm gibi piknik tüpü ebatlarından sıkılıyor.
Bir de vücut analizi kısmında bir bacağımdaki yağ oranının diğerinden farklı olduğunu öğrendim ve acayip şaşırdım, "belki bir sakatlık geçirmişsinizdir de böyle bir fark olmuştur" dedi yakışıklı trainer Gökhan. Kafadan sakatlığım haricinde pek bir sorun bende- onu da genelde göstermemeye çalışıyorum millete dışlanmiyim diye- ama inceden bir şok olmadım değil, evlatlık olduğumu söyleseler bu kadar olurdu anca! Tüm trainer'ların gideri var bu arada, ulan hepsini (erkekleri tabi) doğumgünüme çağırsam mı acaba, havuç suyu içer, kereviz dişler, six packs'lerden konuşurduk:))
Spor salonlarında bana en eğlenceli gelen enstantane de şu vücut yapmış fit tiplerin böyle "uff kahretsin ne acayip bir şeyim ben böyle" havalarında ellerinde eldiven, omuzlarına atılmış havluyla salonun içinde kasılarak dolaşmaları:) Kendilerini kızlara pazarlamaya çalışıyorlarmış gibi. Bir burnu havadalık var sorma, bilirsin zaten o tipleri.
Merak etme okur, Madonna ya da Cam.Diaz olmaya niyetim yok, terminatrix gibiler. Amaaan ne takıcam zaten kafaya, bayıldık madem parayı, tadını çıkarmalı, en azından cafe'si güzel, oturup patates kızartması ve bira yaparım:p
Bir de vücut analizi kısmında bir bacağımdaki yağ oranının diğerinden farklı olduğunu öğrendim ve acayip şaşırdım, "belki bir sakatlık geçirmişsinizdir de böyle bir fark olmuştur" dedi yakışıklı trainer Gökhan. Kafadan sakatlığım haricinde pek bir sorun bende- onu da genelde göstermemeye çalışıyorum millete dışlanmiyim diye- ama inceden bir şok olmadım değil, evlatlık olduğumu söyleseler bu kadar olurdu anca! Tüm trainer'ların gideri var bu arada, ulan hepsini (erkekleri tabi) doğumgünüme çağırsam mı acaba, havuç suyu içer, kereviz dişler, six packs'lerden konuşurduk:))
Spor salonlarında bana en eğlenceli gelen enstantane de şu vücut yapmış fit tiplerin böyle "uff kahretsin ne acayip bir şeyim ben böyle" havalarında ellerinde eldiven, omuzlarına atılmış havluyla salonun içinde kasılarak dolaşmaları:) Kendilerini kızlara pazarlamaya çalışıyorlarmış gibi. Bir burnu havadalık var sorma, bilirsin zaten o tipleri.
Merak etme okur, Madonna ya da Cam.Diaz olmaya niyetim yok, terminatrix gibiler. Amaaan ne takıcam zaten kafaya, bayıldık madem parayı, tadını çıkarmalı, en azından cafe'si güzel, oturup patates kızartması ve bira yaparım:p
Şubat 14, 2011
Michael Fassbender'ı ilk kez farkettim. Hunger'da.
Oyunculuk gerçekten çok başka birşey, apayrı bir mecra. Hala M.F.ın o protest ve geriye dönüşün olmayacağını haykıran bakışları var aklımda.
Gerçek bir hikaye olduğundan pür dikkat izledim filmi. Doğru ya da yanlış, kafasındaki ideal için herşeyi bir kenara atan, beynini amaca kilitleyen, yavaşlatılsa bile asla hedefinden şaşmayan, er ya da geç ulaşan bir füze misaliydi o karakter. Bobby Sands. O kendini adanmışlık gerçekten büyüleyici. Yer yer aslında gereksiz ve aptalca olduğuna hükmettik de muhtemelen osura osura yattığımız yerden filmi izlerken. Rahatlığın içinde dünyayı yargılamak kadar kolay ve boş birşey yok sanırım.
Gerçek bir hikaye olduğundan pür dikkat izledim filmi. Doğru ya da yanlış, kafasındaki ideal için herşeyi bir kenara atan, beynini amaca kilitleyen, yavaşlatılsa bile asla hedefinden şaşmayan, er ya da geç ulaşan bir füze misaliydi o karakter. Bobby Sands. O kendini adanmışlık gerçekten büyüleyici. Yer yer aslında gereksiz ve aptalca olduğuna hükmettik de muhtemelen osura osura yattığımız yerden filmi izlerken. Rahatlığın içinde dünyayı yargılamak kadar kolay ve boş birşey yok sanırım.
Ocak 15, 2011
Natalie Portman eğer Black Swan ile Oscar alamazsa çocuğumu keserim!
Meraktan çatlama noktasındaydım bu filmi izleyene kadar. Yerimde duramamazlık vardı. Merak ettiğim bir film ile ilgili yorum okumamayı tercih ederim. Yazılan en ufak bir eleştiri-ki bnm değil hiç tanımadığım bir başka kişinin düşüncesi olsa da- beni tüm film boyunca o yanlışı aramam gibi gereksiz ve aptalca bir uğraşa sokar, izlediğimden bir bok anlamam.
Aranofsky filmlerinde dikkatimi de hep ana karakterin uğraşısındaki ayrıntılar çeker. Misal bir uyuşturucu müptelası sayesinde bedenime nasıl uyuşturucu enjekte ederim-tüm hazırlık safhası yani- ya da bir uyuşturucu partisinde insanlar kendilerini nasıl kaybederler biliyorum artık. Veya bir güreşçinin maça çıkmadan önce saçını mı boyadığı, fake bir dövüş için yaptığı market alışverişinde neler satın alabileceği ya da bir balerinin yeni bale ayakkabılarını nasıl kesip biçip kendine uygun forma getirdiği gibi ayrıntılar bana o film için ne kadar çalışıldığı hakkında fikir vermek hatta beni etkilemek için konulmuş gibi geliyor. Eh işini de biliyor ama, her bir ayrıntı sahnesinde yeni birşey görme ve öğrenmenin hazzıyla kendimden geçiyorum, mest oluyorum. Sürekli etrafında dönen bir balerini 250 açıdan çekmek nasıl bir şeydir düşünüyorum küçük cahil kafamla hala.
Oscar'ları The Hurt Locker'dan sonra kim ne kadar umursuyor bilmiyorum ama ben gerçekten özverili çalışmaların ödüllendirilmesinden yanayım. Yok efendim neymiş "Monster" filmiyle Charlize T. makyajından dolayı aldı, öbürü bilmemnesinden dolayı aldı fln. Ee bu bile acayip birşey değil mi? Güzel Natalie Portman bu filmde kimbilir ne kadar bale çalıştı, kaç gün, hafta...? Haa ben demiyorum zaten "Hobaa, Gerard Butler Spartalı'da öküz gibi çalışmış, irade, sabır o kadar vücut yapmış hemen verelim bir heykelcik"
Ama şu da bir gerçek ki misal Natalie gibi bir oyuncu bu filmle almasa bile birkaç yıl içinde zaten o altın heykelciği kapıcak, ama şimdi birileri gıcık kapıp da "aman her ön hazırlığı yuhh dedirten filme de vermeyelim otomatiğe bağlamış gibi" güdüsüyle bi hıyarlık ederlerse bozulurum, sinirlenirim, ana bacı bırakmam dümdüz giderim ona göre.
Aranofsky filmlerinde dikkatimi de hep ana karakterin uğraşısındaki ayrıntılar çeker. Misal bir uyuşturucu müptelası sayesinde bedenime nasıl uyuşturucu enjekte ederim-tüm hazırlık safhası yani- ya da bir uyuşturucu partisinde insanlar kendilerini nasıl kaybederler biliyorum artık. Veya bir güreşçinin maça çıkmadan önce saçını mı boyadığı, fake bir dövüş için yaptığı market alışverişinde neler satın alabileceği ya da bir balerinin yeni bale ayakkabılarını nasıl kesip biçip kendine uygun forma getirdiği gibi ayrıntılar bana o film için ne kadar çalışıldığı hakkında fikir vermek hatta beni etkilemek için konulmuş gibi geliyor. Eh işini de biliyor ama, her bir ayrıntı sahnesinde yeni birşey görme ve öğrenmenin hazzıyla kendimden geçiyorum, mest oluyorum. Sürekli etrafında dönen bir balerini 250 açıdan çekmek nasıl bir şeydir düşünüyorum küçük cahil kafamla hala.
Oscar'ları The Hurt Locker'dan sonra kim ne kadar umursuyor bilmiyorum ama ben gerçekten özverili çalışmaların ödüllendirilmesinden yanayım. Yok efendim neymiş "Monster" filmiyle Charlize T. makyajından dolayı aldı, öbürü bilmemnesinden dolayı aldı fln. Ee bu bile acayip birşey değil mi? Güzel Natalie Portman bu filmde kimbilir ne kadar bale çalıştı, kaç gün, hafta...? Haa ben demiyorum zaten "Hobaa, Gerard Butler Spartalı'da öküz gibi çalışmış, irade, sabır o kadar vücut yapmış hemen verelim bir heykelcik"
Ama şu da bir gerçek ki misal Natalie gibi bir oyuncu bu filmle almasa bile birkaç yıl içinde zaten o altın heykelciği kapıcak, ama şimdi birileri gıcık kapıp da "aman her ön hazırlığı yuhh dedirten filme de vermeyelim otomatiğe bağlamış gibi" güdüsüyle bi hıyarlık ederlerse bozulurum, sinirlenirim, ana bacı bırakmam dümdüz giderim ona göre.
Aralık 06, 2010
Sarhoştum Hatırlamıyorum. Bir Rezaletin Anatomisi, Psikolojisi ve neler neler:p
Tshirt sloganının gerçeğini yaşadım bizzat. Neden bu kadar utanç verici bir şeyi paylaşıyorum bilmiyorum, fazla hikayesi olmayan sıkıcı bir insanın kendini sıradanlıktan kurtarma çabası da denebilir kanımca.
Eğlenecektim 2 güzel dj'i dinleyip, dans edecektim, yeni insanlarla tanışırdım belki, evet oldu bunların hepsi ama sadece gecenin yarısına kadarki dilimde. Sonrası mı? Hatırlamıyorum. Yemin ediyorum magazin programlarında "ibretlik" diye gösterirler beni.
Neden bu kadar karıştırdım midemi, kaç yaşıma geldim hala öğrenemedim mi ağzımla içmesini, bir genç kadının kendisini kontrol edemeyecek kadar kafayı bulması ne kadar mantıklı, o kadar hevesle hatta tabiri caizse ağzının suyu akarak beklediği Markus Schulz'un performansını yarım yamalak izlemek bana "mal" damgası vurulmasını az kılar mı falan feşmekan....
Mekandaki koltuklardan birine çöktüm, bir daha kalkamadım, taa ki taxi gelene kadar. Kızın biri vardı bana yardımcı olan, mekan çalışanı olabilirdi, neyse ki yaşadığım semti çok iyi bilen biriymiş ki beni yormadan adresi taxiciye tarif etti, bir baktım gelmişiz eve, "ne kadar tuttu" dedim, "18 lira" dedi, adama çantadan 20lik uzattım, 2 lira üstü bile verdi, acıdı halime. Halbuki ben onun yerinde olsam sarhoş karının tekinden yararlanmayı düşünebilirdim. Apartmana nasıl girdim, kapıyı açıp yatağa attım kendimi, anımsamıyorum.
Gerçekten bir yerden sonra kopuk kopuk gece, tüm gün boyunca boşlukları doldurmaya çalıştım ama şerit hasar görmüş neticede, başarılı olamadım.
Öğlen uyandım ve ilk farkettiğim şeyler, kıyafetimle yatağa girmiş olduğum ve ağzımdaki kurumuş kusmuk tadıydı. Önce ceketime ve çantama baktım. Bnm ceketimmiş, çantamda da birşey eksik değildi-ki içinde kredi kartım, param ve kimliğim vardı- Sonra ev anahtarını dün kapıda unutmadım inşallah diyerek anahtarımı aradım, başarılı:) Hiiiii yüzüklerim nerde, hah burda. Derin bir nefes verme.
Limon-tuz-soda triosuna başvurma, çabuk beni iyi et, 2 saat sonra mesaim başlayacak yalvarması. Beynimde filler sikişiyor Kamil. Ama nafile, tüm gün yaşayan ölü gibiydim, makyajsız, saçlar süpürge, özensizlik akıyordu her tarafımdan. Aynaya bakamadım hiç.
Acayipti. Kendi eğlencemin içine ettim. Şanslıydım düşündüğümde ama, gözlerimi hiç bilmediğim bir yerde, başıma kötü birşey gelmiş halde de bulabilirdim. Herşey mümkündü. Gerçekten banyomda bir kaplan, dolabımda bir bebek, ağzımda da eksik bir dişle uyansam garipsemezdim, o kadar yani. Dün gecenin rezilliğini unutana kadar bir müddet evden çıkmasam fena olmaz gibime geliyor.
Eğlenecektim 2 güzel dj'i dinleyip, dans edecektim, yeni insanlarla tanışırdım belki, evet oldu bunların hepsi ama sadece gecenin yarısına kadarki dilimde. Sonrası mı? Hatırlamıyorum. Yemin ediyorum magazin programlarında "ibretlik" diye gösterirler beni.
Neden bu kadar karıştırdım midemi, kaç yaşıma geldim hala öğrenemedim mi ağzımla içmesini, bir genç kadının kendisini kontrol edemeyecek kadar kafayı bulması ne kadar mantıklı, o kadar hevesle hatta tabiri caizse ağzının suyu akarak beklediği Markus Schulz'un performansını yarım yamalak izlemek bana "mal" damgası vurulmasını az kılar mı falan feşmekan....
Mekandaki koltuklardan birine çöktüm, bir daha kalkamadım, taa ki taxi gelene kadar. Kızın biri vardı bana yardımcı olan, mekan çalışanı olabilirdi, neyse ki yaşadığım semti çok iyi bilen biriymiş ki beni yormadan adresi taxiciye tarif etti, bir baktım gelmişiz eve, "ne kadar tuttu" dedim, "18 lira" dedi, adama çantadan 20lik uzattım, 2 lira üstü bile verdi, acıdı halime. Halbuki ben onun yerinde olsam sarhoş karının tekinden yararlanmayı düşünebilirdim. Apartmana nasıl girdim, kapıyı açıp yatağa attım kendimi, anımsamıyorum.
Gerçekten bir yerden sonra kopuk kopuk gece, tüm gün boyunca boşlukları doldurmaya çalıştım ama şerit hasar görmüş neticede, başarılı olamadım.
Öğlen uyandım ve ilk farkettiğim şeyler, kıyafetimle yatağa girmiş olduğum ve ağzımdaki kurumuş kusmuk tadıydı. Önce ceketime ve çantama baktım. Bnm ceketimmiş, çantamda da birşey eksik değildi-ki içinde kredi kartım, param ve kimliğim vardı- Sonra ev anahtarını dün kapıda unutmadım inşallah diyerek anahtarımı aradım, başarılı:) Hiiiii yüzüklerim nerde, hah burda. Derin bir nefes verme.
Limon-tuz-soda triosuna başvurma, çabuk beni iyi et, 2 saat sonra mesaim başlayacak yalvarması. Beynimde filler sikişiyor Kamil. Ama nafile, tüm gün yaşayan ölü gibiydim, makyajsız, saçlar süpürge, özensizlik akıyordu her tarafımdan. Aynaya bakamadım hiç.
Acayipti. Kendi eğlencemin içine ettim. Şanslıydım düşündüğümde ama, gözlerimi hiç bilmediğim bir yerde, başıma kötü birşey gelmiş halde de bulabilirdim. Herşey mümkündü. Gerçekten banyomda bir kaplan, dolabımda bir bebek, ağzımda da eksik bir dişle uyansam garipsemezdim, o kadar yani. Dün gecenin rezilliğini unutana kadar bir müddet evden çıkmasam fena olmaz gibime geliyor.
Ekim 28, 2010
dolap temizliği ve ilk walkman anıları vs.
dolapta ha bugün giyerim, ha yarın dediklerim mi yoksa "kilo versem güzel olur bu bende" parçalar mı, bir sürü ıvır zıvır ayıkladım. Aslında cimriliğime gelse bazılarını atmazdım bile. Sonuçta sadece evde giydiğim dizi çıkmış, poposu sarkmış, rengi kaçmış aşorfmanlarım, kimisi taa ortaokuldan kalmış oversize -kendime güvensizliğimle alakalı- kiloları saklama amaçlı bulundurduğum t-shirtlerim mi dersin bir sürü şeyi torbalara doldurdum, anneme verdim, o da gündeliğe gelen ablaya versin diye. Nerden estiyse dolabımı temizleyesim geldi. Sonra biraz daha ne atabilirim de alanı genişletebilirim diye düşündüm ve alt çekmeceye dadandım ama orada güzel hatıralar vardı, pek birşey atamadım.
Geçenlerde Sony'nin kasetçalar walkman üretimini durdurduğunu okuduğumdan beri o dolapta öksüz mahzun duran walkman'im daha değerlenmiş gibi geldi. Ama şimdi yatmadan önce kulağıma mp3 player'dan birşeyler yüklemek yerine walkman tercih etmek de bir değişik geliyor ne yalan söyliyim. O kadar da çabuk alışıyor insan teknolojiye. İlk walkman'imi aldığım zamanı hatırlıyorum. Babamla sanırım Eminönü'ne mi gitmiştik ne, o her zaman bilir neyi nerden ucuza alacağımızı. Bir de kaset almıştık tabi, İzel'in ilk albümüydü:) Tv'nin karşısına geçip odada kimse yokken kliplerdeki hareketleri tekrarladığım yıllar:))) Tabi ondan sonra Ricky Martin, Britney Spears, N'sync çıktı da dans ve kareografi neymiş yavaştan öğrendik, sonra da elimizi ayağımızı çektik tabi o taraklardan:))
Sevimli Vosvos'ların üretiminin durdurulduğunu okuduğumda da hüzünlenmiştim, ki bir kez bile binmedim ya da sürmedim. Herhalde birşeylerin eskimesi ya da aşina olduklarının artık müzelik olmaları gibi durumlar biraz da bizim zamanımızın geçtiğini ve yakında kendimizi de o müzeye koymamız endişesini doğurabilir diye de bilinçaltım beni o şekilde uyarıyor olabilir, emin değilim. "Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımııız geçmiş" diyerek bitiremem yazıyı elbette.
O kadar pis bir hava var ki dışarıda, rüzgar kaç kilometre bölü saat esiyorsa artık, seni beni yağmuru ya da önüne ne gelirse katıp götürmeye hazır. Ve bu hava, zamanında bana aşk acısı çektiren zat'ın belki bir ihtimal beni arar ve içinde kalmış aşkını ve artık söylemezse bu acıyı kaldıramayacağını belirten telefon aramasını ve mesajını ve e-mailini beklerken kıvrandığım ve camdan dışarıyı izlerkenki havanın aynısı. 1 sene geçmiş neredeyse. her acı azalıyor sonunda ama sabır öyle söylendiği gibi gökten fln inmiyor, sanki ben sabır satın almak için benden birşeyler vermişim karşılığında gibi algılıyorum durumu. Neler götürdüyse artık, hatırlamıyorum bile, insan yokluğa da alışıyor.
O zamanlar sabah saat 8de fln yatardım, akşam 5te kalkardım, her seferinde bitirme projem için "bugün 6-7 makale bitiricem, özetlerini çıkarıcam, erken yatmayı alışkanlık haline getiricem, hayatımı düzene sokacağım, bugün dışarı çıkıp biraz yürüyeceğim" gibi kararlar alıp uymazdım hiçbirine. 10 günde bir hatta 2 haftada bir dışarı çıkardım, evden dışarıya adımımı atmazdım, sıkıntılarım içinde boğulur, kendimi ve de etrafımdaki insanları kandırır, evin içinde volta atardım. Sadece 1 sene önceydi. O kadar uzak geliyor ki. Ama bir yandan da düşünüyorum, kimine göre küçük, kimine göre büyük adımlar attım, ancak ben kendimi son 1 senede ne kadar değiştirebildim, bana yetersiz geliyor. Her zaman kendimi küçük görürdüm, başkalarıyla kıyaslardım, küçükken hiç mi övüp pohpohlamamışlar beni, hatta annem bana ilkokuldan beri "sende aşağılık kompleksi var" fln derdi. "Ben bir psikoloğa fln mı gitsem acaba hayatımdaki şu kördüğümlerden kurtulmak için" diye düşündüm geçenlerde yolda yürürken, gene aklıma nedensiz yere düştü bu fikir, ayda 2 kez gitsem bile yeterli olur muydu acaba, para yetiştirebilir miyim, tanımadığım bir insana en derin sırlarımı açarken utanıp ağlayacağım ve üstüne para mı vereceğim, veyahut sadece bir saniyelik bir zaman diliminde onun gözlerinde beni eleştiren, küçümseyen, "tam bir kaçık", "sen bunu haketmişsin" vb bakışı görürsem artık sanırım tam bir karadeliğe dönüşür iç dünyam.
Helios adlı grubu yazdım mı aceba bilemedim, çok güzel ambient-electronic tarzda müzük yapıyorlar, kafa dinlemek için birebir. Kitabını al, yatağa kurul, yanında çay-kahve-alkol vs, takıl gitsin uykuya kadar. Neyse iyi uykular hazır saati de gelmişken:)
Geçenlerde Sony'nin kasetçalar walkman üretimini durdurduğunu okuduğumdan beri o dolapta öksüz mahzun duran walkman'im daha değerlenmiş gibi geldi. Ama şimdi yatmadan önce kulağıma mp3 player'dan birşeyler yüklemek yerine walkman tercih etmek de bir değişik geliyor ne yalan söyliyim. O kadar da çabuk alışıyor insan teknolojiye. İlk walkman'imi aldığım zamanı hatırlıyorum. Babamla sanırım Eminönü'ne mi gitmiştik ne, o her zaman bilir neyi nerden ucuza alacağımızı. Bir de kaset almıştık tabi, İzel'in ilk albümüydü:) Tv'nin karşısına geçip odada kimse yokken kliplerdeki hareketleri tekrarladığım yıllar:))) Tabi ondan sonra Ricky Martin, Britney Spears, N'sync çıktı da dans ve kareografi neymiş yavaştan öğrendik, sonra da elimizi ayağımızı çektik tabi o taraklardan:))
Sevimli Vosvos'ların üretiminin durdurulduğunu okuduğumda da hüzünlenmiştim, ki bir kez bile binmedim ya da sürmedim. Herhalde birşeylerin eskimesi ya da aşina olduklarının artık müzelik olmaları gibi durumlar biraz da bizim zamanımızın geçtiğini ve yakında kendimizi de o müzeye koymamız endişesini doğurabilir diye de bilinçaltım beni o şekilde uyarıyor olabilir, emin değilim. "Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımııız geçmiş" diyerek bitiremem yazıyı elbette.
O kadar pis bir hava var ki dışarıda, rüzgar kaç kilometre bölü saat esiyorsa artık, seni beni yağmuru ya da önüne ne gelirse katıp götürmeye hazır. Ve bu hava, zamanında bana aşk acısı çektiren zat'ın belki bir ihtimal beni arar ve içinde kalmış aşkını ve artık söylemezse bu acıyı kaldıramayacağını belirten telefon aramasını ve mesajını ve e-mailini beklerken kıvrandığım ve camdan dışarıyı izlerkenki havanın aynısı. 1 sene geçmiş neredeyse. her acı azalıyor sonunda ama sabır öyle söylendiği gibi gökten fln inmiyor, sanki ben sabır satın almak için benden birşeyler vermişim karşılığında gibi algılıyorum durumu. Neler götürdüyse artık, hatırlamıyorum bile, insan yokluğa da alışıyor.
O zamanlar sabah saat 8de fln yatardım, akşam 5te kalkardım, her seferinde bitirme projem için "bugün 6-7 makale bitiricem, özetlerini çıkarıcam, erken yatmayı alışkanlık haline getiricem, hayatımı düzene sokacağım, bugün dışarı çıkıp biraz yürüyeceğim" gibi kararlar alıp uymazdım hiçbirine. 10 günde bir hatta 2 haftada bir dışarı çıkardım, evden dışarıya adımımı atmazdım, sıkıntılarım içinde boğulur, kendimi ve de etrafımdaki insanları kandırır, evin içinde volta atardım. Sadece 1 sene önceydi. O kadar uzak geliyor ki. Ama bir yandan da düşünüyorum, kimine göre küçük, kimine göre büyük adımlar attım, ancak ben kendimi son 1 senede ne kadar değiştirebildim, bana yetersiz geliyor. Her zaman kendimi küçük görürdüm, başkalarıyla kıyaslardım, küçükken hiç mi övüp pohpohlamamışlar beni, hatta annem bana ilkokuldan beri "sende aşağılık kompleksi var" fln derdi. "Ben bir psikoloğa fln mı gitsem acaba hayatımdaki şu kördüğümlerden kurtulmak için" diye düşündüm geçenlerde yolda yürürken, gene aklıma nedensiz yere düştü bu fikir, ayda 2 kez gitsem bile yeterli olur muydu acaba, para yetiştirebilir miyim, tanımadığım bir insana en derin sırlarımı açarken utanıp ağlayacağım ve üstüne para mı vereceğim, veyahut sadece bir saniyelik bir zaman diliminde onun gözlerinde beni eleştiren, küçümseyen, "tam bir kaçık", "sen bunu haketmişsin" vb bakışı görürsem artık sanırım tam bir karadeliğe dönüşür iç dünyam.
Helios adlı grubu yazdım mı aceba bilemedim, çok güzel ambient-electronic tarzda müzük yapıyorlar, kafa dinlemek için birebir. Kitabını al, yatağa kurul, yanında çay-kahve-alkol vs, takıl gitsin uykuya kadar. Neyse iyi uykular hazır saati de gelmişken:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)