Kasım 08, 2011

Amaçsız Yaşıyorum

“Yaşam, yaşamak için onca çabaya değer mi? Bir başka deyişle yaşamı yaşamaya değer kılan tam olarak neydi?” Jonathan Safran Foer (Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın)

Kitapta okuduktan sonra düşündüm ben de yaşam amacımı, hayatta gerçekten ne yapmak istediğimi, nereye ulaşmaya çalıştığımı…Başta aklıma hiçbir şey gelmedi açıkçası, ”öleyim ben bari” dedim ama pek bir karanlık geldi bu düşünce. “Ee yaşasam”a kaydım doğal olarak.

“10 yıl sonra/içinde kendinizi nerede görüyorsunuz? Bana kısa ve uzun vadeli planlar ve hedeflerinizden bahseder misiniz?” (Klasik mülâkat sorusu. Ve benim her zaman bu klasik sorulara verilecek yalanlarım mevcuttur. Çok yalan söylerim ben iş görüşmelerinde. İşe yarıyor, gerçekten bak! Elinde zaten iş yoksa kaybedecek neyin var ki o sıkıcı görüşmede?)

“10 yıl içinde kendimi zengin, hoş, bana deli gibi aşık bir adamın karısı olarak emrimde çalıştırdığım insanlara kötülük yaparak geçiriyor olacağım” demek ve insan kaynakları kızının (bugüne kadar karşılaştıklarım hep bağyandı çünkü. Erkek hemşire kadar değişik bir durum erkek ik uzmanı ile karşılaşmak) şaşkın bakışlarını farkederek soruya şu cümleyle nokta koymak istiyorum: “Gerçekten çalışma hayatı, iş stresi vs. ile kendimi yıpratacağımı düşünmüyorsunuz, öyle değil mi?”

Yaşamak mevzuu ile ilgili şahsi fikrime gelince: Bence tesadüfen doğduk ve öylesine yaşıyoruz! Aha bu cümlenin altına da imzamı koyarım:p Eğer hayatta çok güzel şeylerin bizi beklediğine dair bir inanç ve beklentimiz varsa, ve madem hepimiz o kadar optimist çiçek ve böcükler isek neden etrafımızda ve ülkemizde ve dünyamızda bir sürü karamsar insan var? Bu kadar iyimserlik ve güzel duygularla ve umutlarla çok daha iyi bir durumda olabilirdi şu an insanoğlu?!

Zevk aldığımız şeyler için yaşadığımızı varsaysak? Sevişmek, güzel bir yemek, spor yapmak…sadece bunlar için de yaşamak yeterli gelmedi bana. Ne yani bağımlılık hatta hedonizme mi indirgeyelim o kocaman yaşama sebebi sorunsalımızı, yok olmaz öyle şey.

Dediğim gibi aslında sadece yaşamak için yaşıyoruz, yapacak daha iyi birşey gelmiyor aklımıza, zaten fazla bir seçenek de yok: yaşamak vs ölmek.

Bu tekdüzelikten sıkılınca da hayatımıza renk gelsin diye sevgili oluyoruz, yemek yapmayı öğreniyoruz, evleniyoruz, çocuk ya da köpek yavrusu evlat ediniyoruz (ben köpeği tercih ederdim şahsen), boşanıyoruz, İspanyolca kursuna gidiyoruz, kendine yardım kitaplarına sarıyoruz, temizlik yapıyoruz…vs. Hep belli bir süre zarfını doldurmayı amaçlıyoruz. 24 saati yani. Daha sonra haftalar ve bir ay, ve aylar…Geriye dönüp bakınca da “vayy be 1 sene nasıl da geçmiş” diyoruz. Tüm yaptıklarımız o süreyi doldurabilmekle alakalı.

En kısa vadeli hedefim bu günü tamamlayabilmek..
  Kısa vadeli hedefim haftayı canlı çıkarabilmek…
  Orta vadeli hedefim 1 aylık sürede kendime zarar vermemek…
  Uzun vadeli hedefim 1 Ocak’a kadar Şeker Kız Candy transformasyonumu   tamamlamak!”

Realistik düşündüğüm için bağışlayın beni, en zayıf olduğum nokta budur. Ama takdir edersiniz ki 1 yıl da çok uzun bir süredir.
Kendimi en güçlü gördüğüm nokta ise, anladığınız üzere, planlı davranış alışkanlığımdır. Önümüzdeki bir yılın planı bellidir bnm için. Günler dolu geçmezse olmaz. Dolacak, ama öyle ama böyle dolmak zorunda. Yoksa ne yaparım ben?
Her sene hedeflerim 31 Aralık gecesi resetlenir, Cnbc-e’de Victoria’s Secret şovun başlamasıyla da tekrar hayata geri dönerim.
Kısacası şirketiniz için değerli bir asset olacağımı düşünüyorum.

*****sessizlik******

“Teşekkürler, biz sizi ararız.”
“Asıl vakit ayırdığınız için ben teşekkür ederim.”


PS: Şu sıralar iş aradığımdan dolayı konunun içine sızıverdi kabusum. O sebepledir yani.

Ekim 17, 2011

2 haftadır işsizlik durumuna dair söylenesi birkaç şey...

Neler Öğrendim?
  • Kendime pek bir güveniyormuşum.
  • Daha bir b.k olmama zaman varmış meğersem.
  • İşten ayrılırken vedalaştığım insanlara s.ki t.aşağına denk rahatlıkta söylenen "yeni iş mi, yooo bulmadım ki, sadece artık burada çalışmak istemediğime karar verdim" gibilerinden özgür iradeli ve aşırı özgüven sahibi cümlelerin g.tümde patlaması pek şık oldu doğrusu!
  • İş bulma sitelerindeki eleman ilanları meğerse her zaman ihtiyaca yönelik değilmiş, ne olmaz ne olmaz diye ellerinin altında bir sürü cv koleksiyonu yapmak içinmiş.
  • Zorda kalındığında CV'ye birkaç beyaz yalan eklenebilirmiş.
  • "Bir kere de canımın istediği gibi yapiyim, yeni bir iş ayarlamadan basıp gidiyim, tüm iş bulma süreci spontane gelişsin" didim, demez olaydım!
Kendimi kısa bir süreliğine de olsun idare edebilcek param var kenarda, kimseye yük olmamaya çalışıyorum (ailemle pek iletişmiyoruz, o yüzden işi bıraktığmı bilmiyorlar. Erkek arkadaşım da bnm iş bulma sitelerine harcadığım saatleri görmezden geliyor, başka birşey yapmadığım ve gün geçtikçe tembelleştiğim konusunda beni inanılmaz eleştiriyor, moralim bozuk zaten! Ağız tadıyla "niye iş bulamıyorum istediğim gibi" demem yasak, beklentilerim acayip yüksek olmamasına karşı... Ama bnm aklıma o başvuruların sonucunu beklemekten başka birşey de gelmiyor.

Bir de -gene iş bulma mevzuu ile igili- şöyle bir problem var: İşsiz olduğunu bilen eş/arkadaş/sevgili sana kıyak geçmek içn sektörden bir tanıdığına CV'ni yollattırır. Sen de büyük değil kocaman bir beklenti içine girersin bakalım hangi şirketten arayacaklar diye. Günün birinde ararlar öylesine bir şirketten, ....kişisinden bnm CV'mi aldıklarını söyler ve ön görüşmeye çağırırlar, ama zerre kadar o şirkette çalışmayı istemeyen ben, kibarca o işyerinin bana uzak olduğunu ama başka bir şubeye CV'mi yönlendirmeleri halinde memnuniyet duyacağımı söylerim. Sonuç: Hem o nüfuzlu kişiye karşı ben rezil olurum, hem beni ona öneren kişi rezil olur, böyle bomb.k bir durum ortaya çıkar. Ve tüm suç, CV'mi sırf "yaptım" demiş olmak için keko yerlere gönderen o nüfuzlu kişi değil de götünde donu olmayan ama hala nasıl bir kendini beğenmişlikle o işi reddeden ben oluyorum, gel de sinirlenme!!

Neredeyse telaşlanmaya başlayacağım lan iş yok diye, işin kötüsü ne biliyor musun? Eski işyerimden birilerinin bana tel. açıp da "naber yaa, nasıl gidiyor, buldun mu iş, aaa bulamadın mı, hani sen işsiz kalmazdın, bulurdun hemen" diye dalga geçme ve dedikodu süreçlerini kapsayan bir döngüye dahil olmak!!!!

Ben moralim düzgün olduğunda yazacağım gene ama şimdi paylaşacak pek neşeli birşeyler gelmiyor aklıma maalesef. Görüşürüz sanal insanlar!

Temmuz 09, 2011

"Tutunamayanlar"ı bitirdim başladıktan 250 yıl sonra!!

Bir oturuşta sonunu görebileceğim bir kitap olamadı maalesef. Belki de zamanlama hatası. İçimdeki Selim Işık'ı gördüm ve bu eserden sonra sanırım hep bir parçam olarak kalacak o. Aslında farkettiğim ama isimlendiremediğim bir şeydi, o şeyin adını buldum artık en azından. Tutunamayanlar olduklarını iddia edenlerin bu kitabı okuduktan sonra anında triplere girmesi muhtemel. Peki o çürükleri aralardan temizlemek nasıl mümkün? Hem bizleri aralarına almayıp hem de yağmurlu bir akşam oturup evde tek başlarına şarap içerken depresif bir modda, kendilerini bu kitaba yakın bulmalarını istemiyorum.

Haziran 27, 2011

Mehmet Günsür'ü koymayın bir kere de aşık rolüne arkadaş...

Yemin ediyorum, ülkedeki bayanların beklentileri yükseliyor karşı cinsten. Sadece fiziksel olarak değil - uuuuu beybi taş gibi meaşallah, kimse laf edemez tabe- ama bir de oynadığı rolü kendisine yapıştırdığımızda bütün iyi "en"ler onda toplanıyor. Onun fotolarına bakıp derin derin iç geçirmeler mi dersin, onun gibisini buluncaya kadar kimseyi hayatına almama kararı alanlar mı dersin, bloğunda ondan bahsedenler mi, daha ne türevler çıkar kimbilir... Evet sonunda "Aşk Tesadüfleri Sever"i izledim ve onun akabinde de yazasım geldi. Yazmak ne kelime, insanı şair yapar bu herif, her seferinde görünmeyen bir bıçakla kalbini deşer durursun. Yaşlanmıyor da maalesef ki en azından "gençliğinde baştan çıkarıcı şeytan kostümü giyerdi" diyelim. Evlendi, çocukları oldu, şudur budur ama yıpranmamış görmeyeli. Deli ediyor beni; her iki anlamda da!

Filme gidenlerden duyduğum en common şey "biz ağladık" lafıydı. Dram seven biri olarak "biz ağladık" lafına tav olmalı mıyım kestiremedim çünkü R.İvedik izleyip "yarıldık gülmekten, harika!" diyen tipler de var. Filmi sinemada izlemediğimden de olabilir, yoksa başka insanlarla bakış açımızda ya da duygu hücrelerimizin çalışma şekli arasındaki farklılıklardan da kaynaklanıyor olabilir: Ağlamadım! Gözüme toz da kaçmadı. Üzerime, tam da göğsümün üzerine birşey oturdu yalnızca, ve ben de bu blues duygusundan uzaklaşmak için herşeyi yapıcam birazdan. Dondurma tüketip Fringe izlesem ve Dr. Bishop'un garipliklerine sırıtsam belki bir yararı dokunur. Filme 10 üzerinden 7 virdim gitti.
CouchSurfing'de bissürü kişi var One Love'a gidecek. En iyisi onların araına karışıp duygusal ve sosyal sorunları olmayan dengeli, neşeli, uyumlu bir 25 yaş insan portresi çizmek. İşin güzeli mesaimi saat 4.00'de bitecek şekilde ayarlattım. Kötü haber ise camış gibi eğlenip, içip, yorulduktan sonra sabah 7.30'da mesaiye başlamak!!!

Haziran 22, 2011

İş yeri hekimi denen figür cenever değilmiş

Bugüne kadar işim düşmediğimden olsa gerek, duyduklarım ve kafamdaki zırvalardan ibaretti iş hekiminin fonksiyonu. Sonuçta önüne gelene rapor verse, işgücünde azalma olur, aksaklıklar baş gösterir, o da bu sebeple domuzluk yapar, hastaysan da rapor yazmaz....vs. Bizimkinin iyi olduğuna kannat getirmem bugün bana istirahat yazıp eve göndermesinden.

Dün bi arkadaşla -ne bok yemeye- aç karnına biraları içip üzerine Bambi'nin acılı burgerine dadanınca, orada istifra etmekle kalmadım (kılık değiştirip giderim bi dahakine artıh), takside eve giderken poşetin içini doldurdum, öğlen gözümü açıp banyoda boş midem yüzünden boş boş öğürdüm. Banyo yapmadım, bari saçımda kusmuk olmasın diye aynada hayalet suratıma bakarken "işe gitmesem mi" diye düşündüm, sonra da o düşünceyi kafamdan hemen uzaklaştırdım. Devlet hastanesine gidip rapor almak çok zahmetli göründü, "nasıl olsa akşam iş olmuyor" tesellisiyle sürünerek taksiye bindim, sırtımda biri oturuyormuş gibi dolandım bi yarım saat barda. Sonra HR departmanından güzel hatun iş yeri hekimimizin bugün otelde olduğunu ve gidip görmemin faydalı olabileceğinden bahsetti. Adam beni görünce "kağıt gibi beyazsın" dedi, tansiyonumu ölçtü, şikayetlerimi dinledi, bulantı için haplar verdi, reçete yazdı fln. Yabancı birisinden şevkat ilgi görmek ne güzelmiş la:))

İzni aldıktan sonra sanki işyerine rövaşatadan gol atmış gibi hissettim:))

Şanslıyım ayriyetten, özel sağlık sigortam var, 17 liralık ilacı 3 liraya aldım:)

Neden hangover'ın etkisi bu kadar uzun sürdü onu anlamadım ama. Eskiden -hem de defalarca- gece sünger gibi içip 3 saat uykuyla işe gelirdim. Kafein alımından sonra günü sağ salim tamamlardım. Yaşlanıyor muyum ne?

Haziran 07, 2011

Bir servis elemanının kafasından ışık hızıyla geçenler...

  • Birkaç kişinin muhabbet ettiği bir masada herkesten sipariş aldım ama senden alamadım. Neden? Çünkü sen beni görmemezlikten geliyorsun. Sanıyorsun ki sana servis etmekle görevli biri, yanıbaşında kök salınca kendini önemli fln addediyorsun. Burnu büyük, ukala, milleti küçümseyen garsonlardan lazım size çünkü. Yiyecek içecek kültürünü gittiği birkaç fancy ve pahalı cafeden edinmiş olan biri olduğunu bilmeme rağmen gene de sinir olabiliyorum.
  • İçerisinde domuz eti bulunduğunu hatırlatmam gereken menu item'ları var-Müslüman bir ülkede yaşadığımızdan olsa gerek! Bana "biliyorum zaten" diye ukalalık yapma.
  • Domuz eti katkılı o şahane sandviçi yeseler-ki yiyorlar zaman zaman da- bayılacaklar ama şu dinin lezzetin de alanına müdahele etmesinden hoşlanmıyorum. Hadi bırak misafiri, turizmciye ne demeli? Gerek derste şarapla yapılan o şahane elma tatlısının tadına bakmayanlar gerekse kokteyllerde servis ettiğimiz İtalyan menşeili o leziz aperatiflerin tadına sadece domuz içerdiği için bakmayanlar? Yahu en azından bir fikrin olsun diye dene be. Belki de beğenme olasılığıdır onu korkutan. Turizmci dediğin her b.ku yer, içer, yemek ve içmek zorunda! Food&Beverage (F&B) çalışanlarıdır bunu yapan, ulan misafir sonra "tadı neye benziyor", "hafif mi", "yanında içecek olarak ne tavsiye edersiniz", ...vs dese? PEMBE GÖZLÜKLERDEN KURTULUN! Bağnazlığınızı, dar görüşlülüğünüzü çalıştığınız yerin kapısında bırakın. Anlaştık mı? Efferim.
  • Menu item'larının altında zaten kısa bilgi var, ona rağmen bana hala Croque Monsieur'ün içinde ne var diye sorma! Okumaya da mı üşenir bir insan yaa...Yuh!
  • Çok bilmiş havalarda eline mönüyü alıp bana "Tiramisu'yu asıl İtalya'da yiyeceksin" "Geçenlerde buranın (söz konusu restoranımızın) Londra'daki şubesine gittik, şaahaaneyydii" gibisinden şeylerle kafamı ütüleme. Bana ne a.q., nerde ne b.k yersen ye. Parya olarak mı görüyor beni ne?
  • Önüne çok şık deri bir placemat koyuyorum ki masayı kirletme diye. Hayır hala anlamış değilim nasıl başarıyorsun o tabağındaki yiyecek ile masanın alakasız bir yerini batırmayı?! Parkinson hastasına da benzemiyorsun. Ben bakmadığımda eğlence olsun diye "uçak geliyooor, aç ağzını mı" yapıyorsun kendi kendine?! 
  • Menüden sipariş verirken büyük bir havayla kasılarak yabancı isimleri gö.ünden telafuz edenler: Birgün patlatıcam kahkahayı yemin ediyorum. Pıssss diye sönücek sonra havan:)
  • Tatsız yorum, şirretlik, şikayet, çemkirme, vs. durumları yaratıp kahveyi, tatlıyı ya da belki biraz indirim kapacağını sanan sütü bozuklara lafım yok. 
  • İnsanlar sizi selamladığında ya da uğurladığında en azından bir baş selamı verebilirsin. Senin zalah suratına gülümsemeye bayılmıyorum, inan! 
  • Şık Davranış Örneği: Eğer otelden/herhangi bir mekandan birisini ziyarete gittiğinizde o kişi size kesinlikle hesap ödetmiyorsa, tüm ısrarlara rağmen masaya bir sakal atın. Bu güzel bir jesttir ve bir sonraki sefer geldiğinizde muhakkak hatırlanır, daha ikinci gelişiniz olmasına karşın sanki oranın müdavimiymişsiniz gibi en içten ve özenli servisle ödüllendirilirsiniz. Gerçek bu. 
  • Şarabın içine buz istemeyin. Bu "nasıl olsa midemde hepsi karışacak" düşüncesiyle çorba,salata, ana yemek ve tatlının aynı tabakta yenmesi gibi birşey. O şarabın üreticisi g.tünü yırtıyor afedersin, "yok asidite, yok tanen, yok sıcaklık ve muhafaza değeri" diye. Soda iç o zaman, kokteyl iç. Yapma ama bunu şaraba. Kim başlattı acaba ilk? 
  • Sadece ilk seferde aklıma bunlar geldi, daha neler dökülür kimbilir gri hücrelerimi kassam az. Görüşürüz!

Haziran 04, 2011

Herhangi birşey için "tutku besliyor muyum" diye düşünürüm yıllardır...

Hala bulamadım cevabını. Öyle birşey ki bu, mesela sabah senin 2 saat erken uyanmanı sağlayabilir. Gık demezsin. Kendini adadığın şeydir sonuçta. Kendi kendime en azından birkaç seçenek yaratsam da, denemeye korkuyorum.

17-18 yaşında girdiğin dangalak bir sınavdan sonra okuman, meslek edinmen ve o mesleği icra etmen beklenir o kadar sana harcanmış olan emekten sonra. Seninse en kısa vadeli amacın okuldan mezun olabilmektir bir an önce. Mezun olduktan sonra çalışma hayatı. Belki de o zamana kadar doğru dürüst düşünmemişsindir o işi 25 yıl kadar yapmak zorunda kalacağını. Birgün "Daaaaaaaaaannnk!" eder kafana. İç sıkıntısı başlar, ve moralini düzeltmek için dünyadaki en şahane çikolata bile nafiledir. Bokunu yemiş kumru gibi düşünmekteyim.

Bu meslekte fark yaratacak insanlardan biri olamayacağımı anlamış bulunuyorum. Yapı itibari ile pek de uygun değilmişim bu mesleğe, sanırım sonunda yüzleştim bu gerçekle. Yerini ne ile doldurabilirim, işte can alıcı soru bu. Üstüne üstlük bir de İstanbul'dan sıkıldım. Başka bir şehir hatta ülkede yaşamanın hayalini kuruyorum içten içe.

"Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi"

Belki kendimle ilgili hayalini kurduğum tüm herşey orada gerçekleşirmiş gibi geliyor. Yeni birşeyler de denemek istiyorum. Yeni bir başlangıç. Ruhumu harekete geçirebilecek herhangi birşey.

Mayıs 27, 2011

"Gişe Memuru" ve "Incendies"

Asla düşük bütçeli, bağımsız ve durum psikolojisi üzerine yoğunlaşmış Türk filmlerini göz ucuyla izleyip -sırf izlemiş olmak için hem de- "I-ıh, olmamış bu" diye çemkirmeye hazır güruhtan olmadım. Bizden hikayelerdi sonuçta. Hiç mi insanın içinden sahiplenmek gelmezdi ki?! Gişe Memuru'na da pek büyük beklentiyle girdiğimden midir nedir (bknz:Antalya Film Fest. En İyi Film), nasıl desem, kesmedi be hocam! Yani müzikler güzeldi, oyunculuklar da. Konu basitti. Ama öyle birşeydi ki film 3.5 saat sürse ben gene koltukta kalır izlemeye devam ederdim. Hikaye mi uzadı, ben mi sıkıldım, baş karakterin derin ve sıkıntılı iç çekişlerinden birşey mi kaptım, net olamıyorum. Sevmedim ama nefret de etmedim. Kes.

Gişe Memuru'ndan çıktıktan sonra Incendies adlı yabancı dalda Oscar adaylığı kapmış bir filmi izledim. İlk filmden çıktıktan 15 dk. sonra başlayacaktı bu ve ben kesin mala bağlarım diye düşündüm. Filmin başında çubuk krakerimin üzerindeki tuzları dişleyip ağır ağır krakeri mideye indirirken az daha kendimi haklı çıkardığım için sevinecektim ama film de benim çıbık krakerimi bitirmemi bekliyormuş gibiydi. Film ivmelendi, belimin değil kabaetlerimin üzerinde oturuyordum artık. Ve sonra dikkatim neredeyse hiç bölünmeden o inanılmaz hikayeye bağlandım. Savaşın o kadar uzağındayım ki ancak filmlerde gördüğüm için kendimi şanslı addettim. "Savaş, hmm, nasıl oluyormuş, ben hiç bilmem ki savaş nedir, bakalım zavallı insanlar savaşta neler yaşıyorlarmış" psikolojisine girdim. Ve müthiş bir final. Oturup keyif ve inceden şokla yazıların akmasını izledim. Boşa gitmediğine sevindiğim bir vakit oldu. Bilet desem zaten Yeşilçam'da her daim ucuz bilet. Orda izlediğim her filmle birşeyler öğrendim dünyayla ilgili. Bilinmeyenin insana verdiği tedirginlik ve sonrasında duyulan tatmin ve mutluluk hissi. Bilgi küpüm az daha doldu sevinci. Öyle bir Pollyannacılık işte...

Sonrasında her Beyoğlu'na çıktığımda yaptığım gibi bir cafeye oturup az kitap okuma, az yeme-içme, ve çoğunlukla da insanları izleme keyfiyle vakit harcadım. Ara Cafe'ye ne zmn gitsem tatlı yiyorum, bugün alıcı gözüyle yemeklere de bakayım dedim mönüyü incelerken, az tuzlu geldi, fazla aç değildim, kahve-tatlı sipariş ettim. Zaten 2 porsiyon büyüklüğünde geliyor tatlı, bitirdikten sonra Sarıyer'e kadar koşsan gene eritemezsin yediklerini;))
En büyük zevklerimden birisi, bu arada, vanilyalı dondurma yerken kahve içmek. Biliyorum dişlerimi mahvedecek bişey ama güzel olup zararlı olmayan birşey yok. Muazzam birşey azizim, beni benden alıyor. Hayat birkaç dakika pembeleşiyor. Napçan işte. Herkesin sığınağı farklı.

Mayıs 17, 2011

Uzun süren durağanlıktan sonra birşeylerin olması kaçınılmazdı artık.

Kahramanımızın 1TB'lık harddiski mortoyu çekti ya da cartladı ya da geberdi. İçinde üniversite ve sonrası ile ilgili herşeyimi barındıran bu teknoloji harikasının bozulmasıyla en favori filmlerim, daha izlemeye fırsat bulamadığım filmlerim, deli müzik arşivim, fotoğraflarım ve hatıralar, okul projelerim-hatta mezuniyet tezim- vs... yok oldu. Beni ben yapan yolculuğun en önemli parçasıydı. Moralim çok bozuk.

Mayıs 05, 2011

Camdan müzik sesi geliyor, canlı performans, hatta tüm şarkılar tanıdık.

Eğer biri Şebnem Ferah tribute akşamı yapmıyorsa, bu gerçek bir Şebnem Ferah konseri. Büyük bir olasılıkla evimin yakınındaki özel bir okulda konser veriyor. Yürüyerek 3 dk. Parmağımı kıpırdatasım yok. Onun konserine de anca para verip gitmek yakışır bana. Uyuşukluğumdan kurtulamıyorum. Önceki yaşamımda kırlent olduğuma inanmaya başlayacağım nerdeyse.

Nisan 11, 2011

Rahatsız Edici Filmler- No_4

Gerisi nerde mi bu "Rahatsız Edici Filmler" serisinin? 2010'un Haziran-Temmuz-Ağustos kayıtlarında.

Cannibal Holocaust

 1980 yapımı.
 Yönetmen: Riggero Duedato

Yamyamları fln çekmek üzere Green Inferno yani Amazon'a giden 4 belgeselci gençten haber alınamaması üzerine antropolojist Prof. Monroe bunları bulsun diye ardlarından gönderilir. Vardığındaysa yanına o bölgenin deneyimli rehberlerinden Chaco ve yardımcısını alır, haaa ne olur, gençlerin bir süre sonra öldüklerini anlarlar, ordan burdan eşyalarını toplaya toplaya iskelet ve kafataslarını bulurlar nihayetinde. Veletlerin başlarına ne geldiğini tam anlamaları içinse, Mr Monroe'nun yerlilerin elinde bulunan film makaralarını ele geçirip izlemesi gerekiyor.

İzleyici de dahil insan daha filmin başında yamyamlara negatif yaklaşıyor, ama o 4 belgeselciden 3'ünün-ki dördüncüsü de bayan zaten- kabiledeki kadınlardan birinin ırzına geçtiğini, sonra kabilenin bunu öğrenip kendi geleneklerine göre kadını kazığa oturtarak öldürdüklerini öğrendiğinde, ekipteki bir bayan ve bir erkeğin kendi cinsel birşemelerini koca kabilenin önünde fütursuzca gerçekleştirdiklerini, onların akşam yemeklerini çöpe attıklarını vs. gördüğünde "yeryüzünden birkaç p.ç kurusu yok olmuş ne, olcak ki" diye geçirebiliyorsun. Böyle şeyler düşündüğün için kendimi kötü hissetmeme gerek olmadığını düşünüyorum, film olmasa da tıpkı böyle reaksiyon verirdim". Doğru ya da yanlış, tartışılır.

Mart 08, 2011

Fitness'a başladım, ilk günümdü, yorgunluktan ölmek:)) Hatta bir ara bedenimi kros makinasının üzerinde bıraktım, ruhum salonda dolaşmaya başladı, beyaz ışığı göremediğm için bu entry'yi girebildim bu akşam:))

Bir de üyelik mecburi 1 senelik, verdik parayı kuzu kuzu, şimdi s.kseler gene giderim sırf paranın hakkını veriyim diye:)) En azından saunaya girip domuz gibi terlemek ya da havuzda sırt üstü uzanıp ayak parmaklarımı oynatışımı herkese izletmek için:))) Herkesin motivasyonu farklı. Kimi "benden Adriana Lima çıkar mı lan" diye gidiyor, kimi de bnm gibi piknik tüpü ebatlarından sıkılıyor.

Bir de vücut analizi kısmında bir bacağımdaki yağ oranının diğerinden farklı olduğunu öğrendim ve acayip şaşırdım, "belki bir sakatlık geçirmişsinizdir de böyle bir fark olmuştur" dedi yakışıklı trainer Gökhan. Kafadan sakatlığım haricinde pek bir sorun bende- onu da genelde göstermemeye çalışıyorum millete dışlanmiyim diye- ama inceden bir şok olmadım değil, evlatlık olduğumu söyleseler bu kadar olurdu anca! Tüm trainer'ların gideri var bu arada, ulan hepsini (erkekleri tabi) doğumgünüme çağırsam mı acaba, havuç suyu içer, kereviz dişler, six packs'lerden konuşurduk:))

Spor salonlarında bana en eğlenceli gelen enstantane de şu vücut yapmış fit tiplerin böyle "uff kahretsin ne acayip bir şeyim ben böyle" havalarında ellerinde eldiven, omuzlarına atılmış havluyla salonun içinde kasılarak dolaşmaları:) Kendilerini kızlara pazarlamaya çalışıyorlarmış gibi. Bir burnu havadalık var sorma, bilirsin zaten o tipleri.

Merak etme okur, Madonna ya da Cam.Diaz olmaya niyetim yok, terminatrix gibiler. Amaaan ne takıcam zaten kafaya, bayıldık madem parayı, tadını çıkarmalı, en azından cafe'si güzel, oturup patates kızartması ve bira yaparım:p

Şubat 14, 2011

Michael Fassbender'ı ilk kez farkettim. Hunger'da.

Oyunculuk gerçekten çok başka birşey, apayrı bir mecra. Hala M.F.ın o protest ve geriye dönüşün olmayacağını haykıran bakışları var aklımda.
Gerçek bir hikaye olduğundan pür dikkat izledim filmi. Doğru ya da yanlış, kafasındaki ideal için herşeyi bir kenara atan, beynini amaca kilitleyen, yavaşlatılsa bile asla hedefinden şaşmayan, er ya da geç ulaşan bir füze misaliydi o karakter. Bobby Sands. O kendini adanmışlık gerçekten büyüleyici. Yer yer aslında gereksiz ve aptalca olduğuna hükmettik de muhtemelen osura osura yattığımız yerden filmi izlerken. Rahatlığın içinde dünyayı yargılamak kadar kolay ve boş birşey yok sanırım.

Ocak 15, 2011

Natalie Portman eğer Black Swan ile Oscar alamazsa çocuğumu keserim!

Meraktan çatlama noktasındaydım bu filmi izleyene kadar. Yerimde duramamazlık vardı. Merak ettiğim bir film ile ilgili yorum okumamayı tercih ederim. Yazılan en ufak bir eleştiri-ki bnm değil hiç tanımadığım bir başka kişinin düşüncesi olsa da- beni tüm film boyunca o yanlışı aramam gibi gereksiz ve aptalca bir uğraşa sokar, izlediğimden bir bok anlamam.

Aranofsky filmlerinde dikkatimi de hep ana karakterin uğraşısındaki ayrıntılar çeker. Misal bir uyuşturucu müptelası sayesinde bedenime nasıl uyuşturucu enjekte ederim-tüm hazırlık safhası yani- ya da bir uyuşturucu partisinde insanlar kendilerini nasıl kaybederler biliyorum artık. Veya bir  güreşçinin maça çıkmadan önce saçını mı boyadığı, fake bir dövüş için yaptığı market alışverişinde neler satın alabileceği ya da bir balerinin yeni bale ayakkabılarını nasıl kesip biçip kendine uygun forma getirdiği gibi ayrıntılar bana o film için ne kadar çalışıldığı hakkında fikir vermek hatta beni etkilemek için konulmuş gibi geliyor. Eh işini de biliyor ama, her bir ayrıntı sahnesinde yeni birşey görme ve öğrenmenin hazzıyla kendimden geçiyorum, mest oluyorum. Sürekli etrafında dönen bir balerini 250 açıdan çekmek nasıl bir şeydir düşünüyorum küçük cahil kafamla hala.

Oscar'ları The Hurt Locker'dan sonra kim ne kadar umursuyor bilmiyorum ama ben gerçekten özverili çalışmaların ödüllendirilmesinden yanayım. Yok efendim neymiş "Monster" filmiyle Charlize T. makyajından dolayı aldı, öbürü bilmemnesinden dolayı aldı fln. Ee bu bile acayip birşey değil mi? Güzel Natalie Portman bu filmde kimbilir ne kadar bale çalıştı, kaç gün, hafta...? Haa ben demiyorum zaten "Hobaa, Gerard Butler Spartalı'da öküz gibi çalışmış, irade, sabır o kadar vücut yapmış hemen verelim bir heykelcik"

Ama şu da bir gerçek ki misal Natalie gibi bir oyuncu bu filmle almasa bile birkaç yıl içinde zaten o altın heykelciği kapıcak, ama şimdi birileri gıcık kapıp da "aman her ön hazırlığı yuhh dedirten filme de vermeyelim otomatiğe bağlamış gibi" güdüsüyle bi hıyarlık ederlerse bozulurum, sinirlenirim, ana bacı bırakmam dümdüz giderim ona göre.