Salo or the 120 Days of Sodom
Temmuz 26, 2010
Temmuz 24, 2010
Rahatsız Edici Filmler- No_2
Men Behind the Sun - Hei tai yang 731 (bu da oricinıl ismi)
2. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Caponlar Mançurya'yı işgal ederler ve orada Filo 731 adında bir üs kurarlar. Bu karargahta ordan burdan toplayıp getirdikleri Çinli vatandaşlar üzerinde biyolojik silah denemeleri yaparlar, geliştirdikleri bakterileri insanlar üzerinde deniyorlar, vs.
Caponlar'dan Grotesque adlı filmi izledikten sonra böyle inceden bi tırsmaya başladım, az hasta ruhlu film değildi. Biz bu Capon ırkını, Sultanahmet'te otun bokun fotoğrafını çeken tipler diye bilirdik, sonra geyşalar fln, bi sorun yoktu yani. O yüzden bu filmi izlemeden önce herşeye hazırlıklıydım:)
Bulundukları kampın etrafı elektrikli çit ile çevrili, ve 731 tane gencecik asker buraya eğitilmek ve de deneylere tanıklık yapmak üzere getiriliyorlar. Herşey ama herşey Japon İmparatorluğu'nun büyümesi, önce 2. Dünya Savaşı sonra da -heralde- artık tüm dünyaya hükmetme amacıyla yapılıyor. Şimdi bu işkenceleri sırayla kafamızda canlandıralım:
- Hatunun birinin ellerini dışarıda -5 derecede 10 saat tutuyorlar. Ellerinin üzerine yerdeki buz tabakasının altından -artık kaç dereceyse- aldıkları suyu belli aralıklarla döküyorlar. Artık bir süre sonra hatun kişisinin ellerinden sarkıtlar iniyor böyle hayvan kadar. Çat çat kırıyor o sarkıtları adam. Sonra hatunu laboratuvara götürüp o donmuş ellerini bir sıvıya batırıyorlar. Doktor denen zalım adam kadının kol derisini hızlıca dirsekten parmaklara doğru sıyırıp atıyor, aklım durdu bu sahnede var ya, kesinlikle beklemiyordum, şok oldum. Üstteki foto da bu deneyden.
- Bir adamın ellerini laboratuvar ortamında -196 dereceye soğutup sonra o donmuş parmakları çaaat çaaat diye kırıyor zalımlar çetesi.
- Bu da çok bomba bak. Adamın birini çıplak halde basınç odasına atıp basınç manyağı yapıyorlar. Adam bir deri bir kemik giriyor. Bir bakıyorsun besili domuz gibi oluyor bir yerden sonra. Ben adamın kafası patlar diye beklerken birden adamın anüsünden bağırsaklar fışkırıyor, ben hayatımda böyle manyak film görmedim hocam:)
Başta kimi askerler sadece görev ve disiplin anlayışı gereği insancıl bakmıyorlar olaya. Yapılanların ne kadar hasta ve sayko oldukları neden sonra kafalarına dank ediyor. Düşünmeyi tamamen unutmaları emredilmemiş daha. Zamanla insan olduklarını hatırlıyorlar tabi.
- Kediseverseniz eğer, iğrenç bir sahne sizi bekliyor, dayanması zor, çok vahşi.
- Yok ben sıçanseverim diyorsanız, bir başka sahnede de onlar tahtalıköyü boyluyor.
Atom bombaları atılıp savaş sona erdikten sonra, bütün deneylerin sonuçlarını yakıp geride yapılan rezilliklere dair tek bir kanıt bırakmamak (deney sonuçları düşman eline geçmesin, başkaları faydalanmasın) için tüm üssü yakıp yıkıyorlar, ve ülkeleri Caponya'ya geri dönüyorlar. Haa kendileri de faydalanmış olmuyorlar o deneylerden tabii ki, kendileri ve belki ilerisi için bile saklamıyorlar deney sonuçlarını, bu açıdan baktığında o kadar Çinli bir hiç uğruna işkence edilip korkunç şekillerde öldürülmüş oluyor. Herşey o kadar basit aslında, sanki birkaç bin Çinli yeryüzünden siliniyor gibi geliyor film bittiğinde.
Yer yer çok zorlayıcı bir filmdi, itiraf etmeliyim. Eğer bunlar hayalgücünün labirentlerinden çıkmayan bir yönetmenin başının altından çıksa o zaman "amaaaan sen de" diyip geçerdim ama tüm yaşananların gerçek olduğunu biliyorsun ya, o zaman sarsılıyorsun hacı. Gerçekten beğendim, "vuhuuu, o neydi be öyle" dedirtti, o sebeple 5 üzerinden 5:)
Temmuz 23, 2010
Müzeyyen Senar, yalnızlık, alkol, püfür püfür balkon
İnsanın onu dinledikten sonra aşk acısı yüzünden (hep terk, kavuşamayan sevgililer, karşılıksız aşk, vs temaları) kabzası işlemeli eski model bir tabancayı şakaklarına dayamak ve "elveda zalim dünya" demek istiyor. Aşk ölmek için asil bir neden. İnsanların yaz aylarında ilişki oranlarının artmasında bu güzel yaz akşamlarının büyüleyiciliği olsa gerek.
Sertab Erener'in konseri varmış. Gitmek istesem de gitmemem gerek. Çünkü çok güzel söylüyor, kalbime dokunuyor bazı şarkıları, insanların ortasında ağlamaktan nefret ederim ama kimseye birşey belli etmemek için de kasılıp kalamam. Duygusalizm başa bela, valla da billa da iyi bok değil. Duygusuz, ruhsuz, soğuk bir kaltak olsaydım keşke...
Sertab Erener'in konseri varmış. Gitmek istesem de gitmemem gerek. Çünkü çok güzel söylüyor, kalbime dokunuyor bazı şarkıları, insanların ortasında ağlamaktan nefret ederim ama kimseye birşey belli etmemek için de kasılıp kalamam. Duygusalizm başa bela, valla da billa da iyi bok değil. Duygusuz, ruhsuz, soğuk bir kaltak olsaydım keşke...
Temmuz 20, 2010
Rahatsız Edici Filmler- No_1
Netteki "most disturbing movies of all time" tarzı sitelerden bulup izleyeceğim filmler bunlar, çoğunun adını dahi duymamıştım önceden. Haa, noldu izledim, boyum uzamadı, ben daha fenasını yaparım gibi düşüncelere de kapılmadım. Herkesin izlediği değil de kenardaki o keşfedilmeyi bekleyen filmlere el atmak istedim, o kadar. Hepsini izleyip postalayacağım ara ara.
Murder-Set-Pieces
2004 yapımı. Berbat oyuncularla dolu inanılmaz banal bir film. "Kötü olduğunu anlamak için sonuna kadar izlemenin gerekmediği filmler" kategorisine de girebilir aslında. Sadece işkence sahnelerinde değil, yemek masasında bile kan mevzuu var. Örnekleme yapmak gerekirse: Başroldeki Alman (ve Nazi kendisi) adamımız, sevgilisi ve onun 8-9 yaşlarındaki kız kardeşiyle yemek yiyiyor. Hayatımda az pişmiş et yiyen gördüm ama adamın tabağındaki et neredeyse bikaç dk. önce kesilmiş görünümlü ve ısı/ateş yüzü görmemişti hiç. Herhalde bu tarzda çok film izlediğimden "kesin bu adam etleri işkence ederek öldürdüğü o hatunların kemiklerinden sıyırıp servis etmiştir" diye düşünmeden edemedim. Netekim extra-kanlı et küçük kızın da dikkatini çeker ve sorar: "Eti her zaman bu kadar kanlı mı yersin?" Adamın verdiği yanıta bak Allah aşkına: "
"Evet, kan iyidir!"
Abuk açıklama devam eder. "Kan, demir içerir ve vücut hücre yenilenmesi için demire ihtiyaç duyar. Özellikle kadınlar aylık periyodları yüzünden demire erkeklerden daha fazla ihtiyaç duyarlar, senin için faydalı" der küçük kıza. (biyoloji bilgilerimi de tazelemiş oldum)
"Kadınlar erkeklerin kanlarını emer ama aybaşı geldiğinde de acısı onlardan çıkar, bu bir cezalandırmadır" fln der, bla bla. Kısacası, aynı sofrada oturmak isteyebileceğin bir tip değil, muhabbeti açmıyor yani:) Hatta ne yemeği, kahve bile içmezsin bu herifle:)
Adam dünyanın çivisinin çıktığını düşünüyor, kendisi de acayip aydın(!) bir vatandaş olduğu için "toplumsal uyanmışlardan biri" olduğunu zannediyor.
Çocukluğundan beri saplantılı aslında, barbie bebeğin kıyafetini bıçakla kestiğinde onun, salçalı ekmek yiyip burnunu karıştıran veletlerden olmadığını anlıyorsun.
Nazi demiştim bi de başta. Hitler'in TV kayıtlarını izlerken şınav çeken bir tip, bi görsen zaten vücudunu, Hulk'ın yeşil olmayan versiyonu. Biliyorsundur belki, Nazi Almanyası'nda sadece Yahudiler'e yönelik bir temizlik yoktu. Dejenere lafı onlar için akıl hastaları, engelli ve yatalak kimseler, çingeneler ve de fahişeleri ifade ediyordu ve kusursuz bir Alman ırkı, ancak bunlardan kurtulmakla oluşturulabilirdi, vs. Bu da fahişeleri işkenceyle öldürmeyi misyon edinmiş kendine.
Sikik bir filmdi affedersin. İzleme sevgili okur. Ben ettim sen etme.
Murder-Set-Pieces
2004 yapımı. Berbat oyuncularla dolu inanılmaz banal bir film. "Kötü olduğunu anlamak için sonuna kadar izlemenin gerekmediği filmler" kategorisine de girebilir aslında. Sadece işkence sahnelerinde değil, yemek masasında bile kan mevzuu var. Örnekleme yapmak gerekirse: Başroldeki Alman (ve Nazi kendisi) adamımız, sevgilisi ve onun 8-9 yaşlarındaki kız kardeşiyle yemek yiyiyor. Hayatımda az pişmiş et yiyen gördüm ama adamın tabağındaki et neredeyse bikaç dk. önce kesilmiş görünümlü ve ısı/ateş yüzü görmemişti hiç. Herhalde bu tarzda çok film izlediğimden "kesin bu adam etleri işkence ederek öldürdüğü o hatunların kemiklerinden sıyırıp servis etmiştir" diye düşünmeden edemedim. Netekim extra-kanlı et küçük kızın da dikkatini çeker ve sorar: "Eti her zaman bu kadar kanlı mı yersin?" Adamın verdiği yanıta bak Allah aşkına: "
"Evet, kan iyidir!"
Abuk açıklama devam eder. "Kan, demir içerir ve vücut hücre yenilenmesi için demire ihtiyaç duyar. Özellikle kadınlar aylık periyodları yüzünden demire erkeklerden daha fazla ihtiyaç duyarlar, senin için faydalı" der küçük kıza. (biyoloji bilgilerimi de tazelemiş oldum)
"Kadınlar erkeklerin kanlarını emer ama aybaşı geldiğinde de acısı onlardan çıkar, bu bir cezalandırmadır" fln der, bla bla. Kısacası, aynı sofrada oturmak isteyebileceğin bir tip değil, muhabbeti açmıyor yani:) Hatta ne yemeği, kahve bile içmezsin bu herifle:)
Adam dünyanın çivisinin çıktığını düşünüyor, kendisi de acayip aydın(!) bir vatandaş olduğu için "toplumsal uyanmışlardan biri" olduğunu zannediyor.
Çocukluğundan beri saplantılı aslında, barbie bebeğin kıyafetini bıçakla kestiğinde onun, salçalı ekmek yiyip burnunu karıştıran veletlerden olmadığını anlıyorsun.
Nazi demiştim bi de başta. Hitler'in TV kayıtlarını izlerken şınav çeken bir tip, bi görsen zaten vücudunu, Hulk'ın yeşil olmayan versiyonu. Biliyorsundur belki, Nazi Almanyası'nda sadece Yahudiler'e yönelik bir temizlik yoktu. Dejenere lafı onlar için akıl hastaları, engelli ve yatalak kimseler, çingeneler ve de fahişeleri ifade ediyordu ve kusursuz bir Alman ırkı, ancak bunlardan kurtulmakla oluşturulabilirdi, vs. Bu da fahişeleri işkenceyle öldürmeyi misyon edinmiş kendine.
Sikik bir filmdi affedersin. İzleme sevgili okur. Ben ettim sen etme.
Temmuz 18, 2010
Bedük - Faithless- Bir Cumartesi Akşamı
Yazmaya başlarken FG 93.7' de harika bir mix vardı, misss...
Nereden başlasam, nasıl bitirsem, yemişim kurguyu deyip anafikre bağlamak isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Bedükkkkk sen nasıl bir adamsın, ne özgün ve şahane bir herifsin, o simsiyah takım elbisen, spor ayakkabıların ve güneş batmış olmasına rağmen (diğer tüm elemanların dahil) güneş gözlüğü mizansenini bozmamanız çok tatlıydı, sonunda biz Türklerin de uluslararası arenada izlemekten gurur duyacağımız bir sanatçımız var -Hadise ve Tarkan'dan ziyade:p- Ayrıca, seni daha önce canlı izlemediğim için kafama s.çıyim!!
Güzel cumartesi akşamında gene Maçka'dayım. Bu sefer yolu biliyorum, otobüsle gelmememin nedeni insanların ben rahatsız olana dek bakacaklarını tahmin etmem- güzellik abidesi değilimdir ama kütük de değilim elbet, çekici olduğumuz zamanlar da olmuyor değil:)
Kapı açılış 18.00 yazıyordu bilette, ben de 19.00 gibi ordaydım, ee bi güneş batsın ama, di mi? Faithless vb. artık kendini kanıtlamak için çırpınmaya gereksinim duymayan grup ve sanatçıların seyirci kitlesi de genellikle müzik zevki oturmuş kimseler olduğu için kendimi gayet rahat hissettim o güruh içerisinde.
Bedük çıkana kadar DJ Tutan diye bir eleman milleti hazırladı, fena değildi bence. Alkolle geçti gitti zaten dakikalar. Ve Bedük:)
Sahnede ne kadar kaldı inan hiç ama hiçbir fikrim yok, en harika parçalarını çaldı- My woman, electric girl, heartbreaker, automatic, on the floor, under bright with lights, offf say say bitmez şimdi, insana "daha, dahaaaaa" etkisi empoze eden ve karşında sanki hiç yorulmamış izlenimi veren biri olunca gerçekten doyamıyorsun, bu adamı tekrar izleyeceğim, kendime söz verdim, önden hem de:)))
Action başlamadan önce oturuyorum orada bir yerde, yanımdaki hatunla tanıştım ayaküstü, orijin Özbek ama Washington D.C.'de yaşıyormuş, tatil için ülkesine giderken 1 günlüğüne İstanbul'da konaklamış, adını hatırlamıyorum maalesef, 2. kez de sormiyim dedim:) Tüm akşam onla takıldım, bana uçakta tanıştığı birisinin guest list'e adını yazdırmasıyla konsere tesadüfen girdiğini anlattı, tabi o kişinin Faithless'in gitaristi olduğundan haberim yoktu!! Hatun kişisine konser grupları hakkında bilgi verdim, Böyle böyle BEDÜK diye şahane bir herif var, onu izle didim, aklın uçar. Datlım Bedük sahnedeyken bana "neden İngilizce söylüyor ki" dedi, açıkladım, "elektronik-pop şarkılara türkçe söz pek oturmuyor, ingilizce daha esnek ve uygun, zaten millet de bayılıyor ona böyle" dedim, öğrendi:)
Bu arada hatun otelde youtuba'a girmeye çalıtığını, başaramadığını ve resepsiyonu arayıp problemin ne olduğunu sormuş, ne yalan söyliyim utandım, cık cık cık diyerek de çözüme ulaşılmıyor maalesef. Hatun biz Türkleri kapalı zannediyormuş-covered dedi ama türban-sıkma başı mı yoksa direkt kara çarşafı mı kastetti bilemedim, boktan bi mevzu olduğu için de ayrıntıyı sormadım. Etrafta mini etekli, şortlu, elbiseli hoş hatunlar vardı, herkes rahattı, elde içkiler fln, bizi gayet modern buldu yani:)
Bu arada girişte 1 adet tequila bileti verdiler, Omega Gold reklamı hesabı, hatun "sadece bira alıcam, tequila sevmiyorum" diyip bileti bana verdi, didim sen cennetten mi düştün(içimden):p Efes Dark 8 tl, tequila 10 tl idi yanlış hatırlamıyorsam, ve o beleş tequila biletine bir adet de şat bardağı hediyeymiş, piiiii:) Boynuma asıp İsviçre ineği gibi dolaştım kırlarda:) Dikkatimi ne çekti, şatın gerdanını tuz değil tarçınla kaplamışlar, Gold'a yakışan aroma budur sanırsam diyip kafaya diktim:) İlk kez Gold tattım. Tadı regular olana göre daha hafif ve içimi daha yumuşaktı, çok beğendim. Zaten tequila'nın shot alınmasının sebebi Mexika'lı amigoların ucuz ve tadı kötü olan tequila'yı tek devirde götürmelerinden geliyor. Yani normalde kaliteli bir tequilayı yudum yudum içmek makbuldür (kültür mantarından nağmeler...)
Hatun asıl konser başladıktan sonra-ki yerimiz şahane olmasına rağmen- "sahne önüne gitmek istiyorum diye tutturdu, ben guest list'deyim, hatta bir kişi de fazladan hakkım var" dedi- Ben ona "bak, yerimiz şahane, kaybedersek nah buluruz, şansını zorlama" dedim kibarca ve İngilizce ama o kalabalıkta gitti ta girişe kadar, 10 dk fln sonra birileri önden bana kırmızı(sahne önü) bileklik gönderdi:)) İnatçı çıktı baby yaaa:) Milletten küfür yemek pahasına o kalabalıkta U dönüşü yapmaya razı oldum, her yanından geçtiğim kişiye "Sorry" diyerek belki turist olduğumu zannederlerse daha az küfür yerim diye düşünerekten sonunda hatunun yanına ulaştım. Maxi Jazz tam önümdeydi hocam, dahi Sister Bliss onun solunda vee şeker gitarist sağındaydı, ki aslında önemli de değil bu kısım:)))
Maxi her zamanki gibi üzerinde sadece kot ve ceketle çıktı, sonra da ceketi çıkarttı attı zaten. O kadar sevdiğim parçası vardı ki bu grubun, ard arda çalmaya başladılar neredeyse hız kesmeden ve ben hayatımda hiç dans etmediğim kadar tepindim, coştum, yoruldum, bacaklarımda derman kalmayana kadar kendimi tükettim. Bir daha ne zaman bu kadar eğlenirim, kestiremiyorum. Hayatımdaki en önemli tecrübelerden bir oldu ve hatta Armin'den bile öte. O kadar söylüyorum yani:) Onları izlediğim için gözlerim açık gitmeyecek, emin ol:)Parçaların arasında "Sun to me" sound'u fazlaca yer aldı, ve bnm albümde en sevdiğim parça olduğundan delirdim resmen:) nasıl dans ettim, kimin ayağını ezdim, kime çarptım, sesimle kimin kulağını z.ktim, hiç umurumda bile olmadı.
Benim için en unutulmazı ise bis'te sahneye geri dönerek "We Come One"ı çalmalarıydı ki benim aklımı uçuran bir şarkıdır ve bugüne kadar kaç kez dinledim sayısını bile hatırlamıyorum. Hatta çook önceleri gözlerim kapalı, tamamen etraftan soyutlanış, kulaklığımda son ses bu parçayı dinlerken onların konserinde bu parçayı söylediklerini hayal ettiğim bile oldu. Ve muazzam bir kapanış oldu bnm için diyebilirim, FAITHLESS iyi ki geldi İstanbul'a, umarım yakın bir zamanda tekrara gelirler. O konserden memnun ayrılmayacak seyircinin alnını karışlarım, dayak manyağı yaparım:) Bünye yorgun ve dinlenmeye aç, şimdilik bu kadar. Öptüm yıvrim, tschüs!
Nereden başlasam, nasıl bitirsem, yemişim kurguyu deyip anafikre bağlamak isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Bedükkkkk sen nasıl bir adamsın, ne özgün ve şahane bir herifsin, o simsiyah takım elbisen, spor ayakkabıların ve güneş batmış olmasına rağmen (diğer tüm elemanların dahil) güneş gözlüğü mizansenini bozmamanız çok tatlıydı, sonunda biz Türklerin de uluslararası arenada izlemekten gurur duyacağımız bir sanatçımız var -Hadise ve Tarkan'dan ziyade:p- Ayrıca, seni daha önce canlı izlemediğim için kafama s.çıyim!!
Güzel cumartesi akşamında gene Maçka'dayım. Bu sefer yolu biliyorum, otobüsle gelmememin nedeni insanların ben rahatsız olana dek bakacaklarını tahmin etmem- güzellik abidesi değilimdir ama kütük de değilim elbet, çekici olduğumuz zamanlar da olmuyor değil:)
Kapı açılış 18.00 yazıyordu bilette, ben de 19.00 gibi ordaydım, ee bi güneş batsın ama, di mi? Faithless vb. artık kendini kanıtlamak için çırpınmaya gereksinim duymayan grup ve sanatçıların seyirci kitlesi de genellikle müzik zevki oturmuş kimseler olduğu için kendimi gayet rahat hissettim o güruh içerisinde.
Bedük çıkana kadar DJ Tutan diye bir eleman milleti hazırladı, fena değildi bence. Alkolle geçti gitti zaten dakikalar. Ve Bedük:)
Sahnede ne kadar kaldı inan hiç ama hiçbir fikrim yok, en harika parçalarını çaldı- My woman, electric girl, heartbreaker, automatic, on the floor, under bright with lights, offf say say bitmez şimdi, insana "daha, dahaaaaa" etkisi empoze eden ve karşında sanki hiç yorulmamış izlenimi veren biri olunca gerçekten doyamıyorsun, bu adamı tekrar izleyeceğim, kendime söz verdim, önden hem de:)))
Action başlamadan önce oturuyorum orada bir yerde, yanımdaki hatunla tanıştım ayaküstü, orijin Özbek ama Washington D.C.'de yaşıyormuş, tatil için ülkesine giderken 1 günlüğüne İstanbul'da konaklamış, adını hatırlamıyorum maalesef, 2. kez de sormiyim dedim:) Tüm akşam onla takıldım, bana uçakta tanıştığı birisinin guest list'e adını yazdırmasıyla konsere tesadüfen girdiğini anlattı, tabi o kişinin Faithless'in gitaristi olduğundan haberim yoktu!! Hatun kişisine konser grupları hakkında bilgi verdim, Böyle böyle BEDÜK diye şahane bir herif var, onu izle didim, aklın uçar. Datlım Bedük sahnedeyken bana "neden İngilizce söylüyor ki" dedi, açıkladım, "elektronik-pop şarkılara türkçe söz pek oturmuyor, ingilizce daha esnek ve uygun, zaten millet de bayılıyor ona böyle" dedim, öğrendi:)
Bu arada hatun otelde youtuba'a girmeye çalıtığını, başaramadığını ve resepsiyonu arayıp problemin ne olduğunu sormuş, ne yalan söyliyim utandım, cık cık cık diyerek de çözüme ulaşılmıyor maalesef. Hatun biz Türkleri kapalı zannediyormuş-covered dedi ama türban-sıkma başı mı yoksa direkt kara çarşafı mı kastetti bilemedim, boktan bi mevzu olduğu için de ayrıntıyı sormadım. Etrafta mini etekli, şortlu, elbiseli hoş hatunlar vardı, herkes rahattı, elde içkiler fln, bizi gayet modern buldu yani:)
Bu arada girişte 1 adet tequila bileti verdiler, Omega Gold reklamı hesabı, hatun "sadece bira alıcam, tequila sevmiyorum" diyip bileti bana verdi, didim sen cennetten mi düştün(içimden):p Efes Dark 8 tl, tequila 10 tl idi yanlış hatırlamıyorsam, ve o beleş tequila biletine bir adet de şat bardağı hediyeymiş, piiiii:) Boynuma asıp İsviçre ineği gibi dolaştım kırlarda:) Dikkatimi ne çekti, şatın gerdanını tuz değil tarçınla kaplamışlar, Gold'a yakışan aroma budur sanırsam diyip kafaya diktim:) İlk kez Gold tattım. Tadı regular olana göre daha hafif ve içimi daha yumuşaktı, çok beğendim. Zaten tequila'nın shot alınmasının sebebi Mexika'lı amigoların ucuz ve tadı kötü olan tequila'yı tek devirde götürmelerinden geliyor. Yani normalde kaliteli bir tequilayı yudum yudum içmek makbuldür (kültür mantarından nağmeler...)
Hatun asıl konser başladıktan sonra-ki yerimiz şahane olmasına rağmen- "sahne önüne gitmek istiyorum diye tutturdu, ben guest list'deyim, hatta bir kişi de fazladan hakkım var" dedi- Ben ona "bak, yerimiz şahane, kaybedersek nah buluruz, şansını zorlama" dedim kibarca ve İngilizce ama o kalabalıkta gitti ta girişe kadar, 10 dk fln sonra birileri önden bana kırmızı(sahne önü) bileklik gönderdi:)) İnatçı çıktı baby yaaa:) Milletten küfür yemek pahasına o kalabalıkta U dönüşü yapmaya razı oldum, her yanından geçtiğim kişiye "Sorry" diyerek belki turist olduğumu zannederlerse daha az küfür yerim diye düşünerekten sonunda hatunun yanına ulaştım. Maxi Jazz tam önümdeydi hocam, dahi Sister Bliss onun solunda vee şeker gitarist sağındaydı, ki aslında önemli de değil bu kısım:)))
Maxi her zamanki gibi üzerinde sadece kot ve ceketle çıktı, sonra da ceketi çıkarttı attı zaten. O kadar sevdiğim parçası vardı ki bu grubun, ard arda çalmaya başladılar neredeyse hız kesmeden ve ben hayatımda hiç dans etmediğim kadar tepindim, coştum, yoruldum, bacaklarımda derman kalmayana kadar kendimi tükettim. Bir daha ne zaman bu kadar eğlenirim, kestiremiyorum. Hayatımdaki en önemli tecrübelerden bir oldu ve hatta Armin'den bile öte. O kadar söylüyorum yani:) Onları izlediğim için gözlerim açık gitmeyecek, emin ol:)Parçaların arasında "Sun to me" sound'u fazlaca yer aldı, ve bnm albümde en sevdiğim parça olduğundan delirdim resmen:) nasıl dans ettim, kimin ayağını ezdim, kime çarptım, sesimle kimin kulağını z.ktim, hiç umurumda bile olmadı.
Benim için en unutulmazı ise bis'te sahneye geri dönerek "We Come One"ı çalmalarıydı ki benim aklımı uçuran bir şarkıdır ve bugüne kadar kaç kez dinledim sayısını bile hatırlamıyorum. Hatta çook önceleri gözlerim kapalı, tamamen etraftan soyutlanış, kulaklığımda son ses bu parçayı dinlerken onların konserinde bu parçayı söylediklerini hayal ettiğim bile oldu. Ve muazzam bir kapanış oldu bnm için diyebilirim, FAITHLESS iyi ki geldi İstanbul'a, umarım yakın bir zamanda tekrara gelirler. O konserden memnun ayrılmayacak seyircinin alnını karışlarım, dayak manyağı yaparım:) Bünye yorgun ve dinlenmeye aç, şimdilik bu kadar. Öptüm yıvrim, tschüs!
Temmuz 07, 2010
REDDEDİLMENİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Aşk acısı, hem de platonik. 24 yıllık hayatımda ilk defa elektrik teli tutmuş kadar çarpıldım, 6 aydır da enkazı kaldırmaya çalışıyorum. Birinin seni tercih etmemesi, istememesi -onu da bırak listeye bile almayacak olması- yeterince kalp kırıcı ve özgüven zedeleyici iken, o kişiye neredeyse putlaştıracak kadar bağlanmak, inceden kendini küçük düşürmek, ve daha bir sürü şey ruhsal dengesizliğimin tavan yapmasına sebep oluyor.
O yetersizliğin ve ağzımla kuş bile tutsam ona hiçbir açıdan yetişemeyecek olmak duygusu kendimi önemsiz, küçücük, adeta nokta kadar hissettiriyor.
Ve biliyorsun ki şimdi, senin kendini paralaman, ayaküstü melodram yazman hiç ama hiçbir şey değiştirmeyecek. O uğursuz anda biliyorsun ki, birileri şimdi çok mutlu. Kıskanıyorum.
Sadece o boğazımdaki yumru değil beni rahatsız eden, fiziksel olarak da acı çekiyorum. Biliminsanları (isviçreli mi bilmiyorum) aşk acısının vücutta da acıya sebep olabileceğini kanıtlamışlar. Şu an boğaz-kalp-mide eksenimde bir acı yoğunluğu var, en derin olduğu yerler ise o üçgenin köşeleri. O kadar kötü sızlıyor ki...
İsyan etmek istiyorum ama kime? Bağırmak istiyorum avaz avaz "o adamın yüzünü en son 7 ay önce görmüştüm, ee neden geçmedi peki, neden hala acıyor, daha ne kadar kaldı bitmesine, neyin kefareti bu???" (onun ve taze gelinin fotoğrafını gördüm nette, smokin-gelinlik zalım ikilisi, mutlu mutlu gülümsüyorlar objektife, içimdeki enayi merak yüzünden hep, bekliyordum da aslında o fotoğrafı göreceğim günü ama sanırım hiçbir zaman hazır olamıyorsun işte. teybi başa sarmış oldum bi nevi)
Ve gözlerim doluyor yazarken. Acaba eskisi gibi olmam mümkün mü, peki bir başka erkeğe aşık olabilecek miyim? Ona duyduğum hayranlıkla sanki bütüm ömrümdeki kredileri tüketmişim gibi hissediyorum. Bütün servetini sonuncu gelen ata yatırmış bahisçiyim ben.
Bir de o pembe düşlerinin yıkılması var ya, onu nasıl toparlarım hala bulamadım çözümü. O hayallerimin içinde kanatlanıp uçabiliyorum bile, normal hayatımda yapamadıklarım, söyleyemediklerim, herşeyim oradaydı. "Aşık, sivilceyi gamze zanneder" derler. Kendi küçük dünyamda onu oturttuğum tahttan indirmek o kadar zor ki... O, çok yükseklerde bir yerlerde, eminim ki aşağıya baktığında göremiyordur bile beni. Kafama sıçıyim ki gerçekte bu kadarına değmeyecek bir insanı yükseltmiş, cilalayıp parlatmışım, kendimi de bir o kadar aşağılara çekerek. Komplekslerim, korkularım ve hayal kırıklıklarım el ele verdiler, sahiplerine baş kaldırıyorlar.
Hani duymuşsundur uzaktan sevenler "o mutlu olsun, gerisi önemli değil, benimle birlikte olmak zorunda değil ki" derler sevdiceklerini başka biriyle gördüklerinde. Ben öyle olamıyorum ama. Şu an aklıma her türlü kötü şey geliyor o ikisi hakkında, ve gerçekten birini insanlıktan çıkarabilecek kadar kötü şeyler olmasını istiyorum. Gerçekten nefret doluyum, onun tamamlayıcısı ise o kahrolası aşk. Bıçak sırtındayım, en ufak bir yönlendirmeyle iki taraftan birine düşüp teslim olabilirim, hayatımı mahvedebilirim. Herhalde o an tek kelimeyle "cinnet" olurdu. Okuduğun ya da izlediğin haberlerde cinnet geçirmiş insanların yaşamları ne kadar da uzak va mantıksız gelir insana, insanın deliliğin kıyılarında dolaşması ne kadar da sıradan oysa, sadece bize verilen kadarıyla o kişileri yargılamak haksızlık ve empatiden uzak bir davranışmış, anlıyorsun böyle anlarda işte.
Aşk da nefret de akıldan bağımsız işleyen mekanizmalar, kendimi akıl ve sağduyuya bıraktım şimdilik, galip çıkmak istiyorum, yeter bu kadar yenilgi.
O yetersizliğin ve ağzımla kuş bile tutsam ona hiçbir açıdan yetişemeyecek olmak duygusu kendimi önemsiz, küçücük, adeta nokta kadar hissettiriyor.
Ve biliyorsun ki şimdi, senin kendini paralaman, ayaküstü melodram yazman hiç ama hiçbir şey değiştirmeyecek. O uğursuz anda biliyorsun ki, birileri şimdi çok mutlu. Kıskanıyorum.
Sadece o boğazımdaki yumru değil beni rahatsız eden, fiziksel olarak da acı çekiyorum. Biliminsanları (isviçreli mi bilmiyorum) aşk acısının vücutta da acıya sebep olabileceğini kanıtlamışlar. Şu an boğaz-kalp-mide eksenimde bir acı yoğunluğu var, en derin olduğu yerler ise o üçgenin köşeleri. O kadar kötü sızlıyor ki...
İsyan etmek istiyorum ama kime? Bağırmak istiyorum avaz avaz "o adamın yüzünü en son 7 ay önce görmüştüm, ee neden geçmedi peki, neden hala acıyor, daha ne kadar kaldı bitmesine, neyin kefareti bu???" (onun ve taze gelinin fotoğrafını gördüm nette, smokin-gelinlik zalım ikilisi, mutlu mutlu gülümsüyorlar objektife, içimdeki enayi merak yüzünden hep, bekliyordum da aslında o fotoğrafı göreceğim günü ama sanırım hiçbir zaman hazır olamıyorsun işte. teybi başa sarmış oldum bi nevi)
Ve gözlerim doluyor yazarken. Acaba eskisi gibi olmam mümkün mü, peki bir başka erkeğe aşık olabilecek miyim? Ona duyduğum hayranlıkla sanki bütüm ömrümdeki kredileri tüketmişim gibi hissediyorum. Bütün servetini sonuncu gelen ata yatırmış bahisçiyim ben.
Bir de o pembe düşlerinin yıkılması var ya, onu nasıl toparlarım hala bulamadım çözümü. O hayallerimin içinde kanatlanıp uçabiliyorum bile, normal hayatımda yapamadıklarım, söyleyemediklerim, herşeyim oradaydı. "Aşık, sivilceyi gamze zanneder" derler. Kendi küçük dünyamda onu oturttuğum tahttan indirmek o kadar zor ki... O, çok yükseklerde bir yerlerde, eminim ki aşağıya baktığında göremiyordur bile beni. Kafama sıçıyim ki gerçekte bu kadarına değmeyecek bir insanı yükseltmiş, cilalayıp parlatmışım, kendimi de bir o kadar aşağılara çekerek. Komplekslerim, korkularım ve hayal kırıklıklarım el ele verdiler, sahiplerine baş kaldırıyorlar.
Hani duymuşsundur uzaktan sevenler "o mutlu olsun, gerisi önemli değil, benimle birlikte olmak zorunda değil ki" derler sevdiceklerini başka biriyle gördüklerinde. Ben öyle olamıyorum ama. Şu an aklıma her türlü kötü şey geliyor o ikisi hakkında, ve gerçekten birini insanlıktan çıkarabilecek kadar kötü şeyler olmasını istiyorum. Gerçekten nefret doluyum, onun tamamlayıcısı ise o kahrolası aşk. Bıçak sırtındayım, en ufak bir yönlendirmeyle iki taraftan birine düşüp teslim olabilirim, hayatımı mahvedebilirim. Herhalde o an tek kelimeyle "cinnet" olurdu. Okuduğun ya da izlediğin haberlerde cinnet geçirmiş insanların yaşamları ne kadar da uzak va mantıksız gelir insana, insanın deliliğin kıyılarında dolaşması ne kadar da sıradan oysa, sadece bize verilen kadarıyla o kişileri yargılamak haksızlık ve empatiden uzak bir davranışmış, anlıyorsun böyle anlarda işte.
Aşk da nefret de akıldan bağımsız işleyen mekanizmalar, kendimi akıl ve sağduyuya bıraktım şimdilik, galip çıkmak istiyorum, yeter bu kadar yenilgi.
Temmuz 05, 2010
Gülümseten An
Oturuyorum Özsüt'te. Sonsuz bir hayattan bezmişlikle, popomun değil belimin üzerinde oturuyorum, yayık ayranı modeli. Kayıtsızca, işten çıkmış insanları izliyorum. Yanımdan bir dede ile 8-9 yaşlarında torunu geçti. Dedenin böyle pamuk gibi saçları var, torunun elinden tutmuş, tıngır mıngır yürüyorlar. Dede soruyor torununa "dondurma ister misin?" O an dayanamadım, gülümsedim, çok tatlı bir andı, kafamda fotoğrafını da çektim, böyle sevecen, şeker, ne biliyim. Bana birşeyleri hatırlattığından değil. Ama böyle bir anı yaşamayı isterdim sanırım.
2 dededen birini beş yaşımdayken kaybettim, hayal meyal hatırlıyorum, benimle oyun oynardı, severdim onu, keşke biraz daha geç vefat etseydi. Diğer dedem ise kaskatı bir insan. Onunla pek bir anımız olduğunu söyleyemem. Herşeyi eleştiren, söylenen, zaman zaman da insanı canından bezdiren, dünyaya at gözlüğüyle bakan bir asker. Ne yapıcaz, onu da öyle kabul ediyoruz işte. Atsan atılmaz:p
Genel olarak yaşlı insanlardan pek hoşlanmıyorum, çünkü sabır gerektiriyor onlarla konuşmak, birşeyleri uzun uzadıya açıklamak, ilgilenmek. Bende de maalesef sabır denen olgu gelişmemiş. Evet, biraz öküzlük var, ama napiyim. Ben de yaşlanacağım, tıpkı onlar gibi olacağım, ama ne istiyorum biliyor musun?
"Genç ölmek."
Şimdi değil de 30larımda bir gece uykudayken hık diye gitmek. Ya da acısız herhangi bir şekilde işte. Kendi yaşlılığıma tanık olmak istemiyorum. Ellerimde o titreme ve yaşlılık lekelerini görmeyi, kalp/damar/bok püsür hastalıklarla uğraşmayı istemiyorum. Zaten kendimi umutsuz vaka olarak gördüğümden kendime ölüm için sebepler hazırlarım gibime geliyor. Yalnızlığın altında ezilmek, kariyerde yerinde saymak, boktan finansal durum, kısılıp kalmışlık duygusu, içimde gittikçe büyüyüp adeta bir karadeliğe dönüşmüş olan tatminsizlik... Bakalım 30lara gelelim de bir, belki de hiçbiri gerçekleşmez ve ben de yaşlanmak istemediği için intihar eden insan olarak gazetelerin 3.sayfa haberlerine konu olurum.
2 dededen birini beş yaşımdayken kaybettim, hayal meyal hatırlıyorum, benimle oyun oynardı, severdim onu, keşke biraz daha geç vefat etseydi. Diğer dedem ise kaskatı bir insan. Onunla pek bir anımız olduğunu söyleyemem. Herşeyi eleştiren, söylenen, zaman zaman da insanı canından bezdiren, dünyaya at gözlüğüyle bakan bir asker. Ne yapıcaz, onu da öyle kabul ediyoruz işte. Atsan atılmaz:p
Genel olarak yaşlı insanlardan pek hoşlanmıyorum, çünkü sabır gerektiriyor onlarla konuşmak, birşeyleri uzun uzadıya açıklamak, ilgilenmek. Bende de maalesef sabır denen olgu gelişmemiş. Evet, biraz öküzlük var, ama napiyim. Ben de yaşlanacağım, tıpkı onlar gibi olacağım, ama ne istiyorum biliyor musun?
"Genç ölmek."
Şimdi değil de 30larımda bir gece uykudayken hık diye gitmek. Ya da acısız herhangi bir şekilde işte. Kendi yaşlılığıma tanık olmak istemiyorum. Ellerimde o titreme ve yaşlılık lekelerini görmeyi, kalp/damar/bok püsür hastalıklarla uğraşmayı istemiyorum. Zaten kendimi umutsuz vaka olarak gördüğümden kendime ölüm için sebepler hazırlarım gibime geliyor. Yalnızlığın altında ezilmek, kariyerde yerinde saymak, boktan finansal durum, kısılıp kalmışlık duygusu, içimde gittikçe büyüyüp adeta bir karadeliğe dönüşmüş olan tatminsizlik... Bakalım 30lara gelelim de bir, belki de hiçbiri gerçekleşmez ve ben de yaşlanmak istemediği için intihar eden insan olarak gazetelerin 3.sayfa haberlerine konu olurum.
Temmuz 03, 2010
Evlilik & Aşk
Günlerden bir gün, bizim filozof Plato, nam-ı değer Eflatun, hocasına sorar: "Aşk nedir, onu nasıl bulabilirim?" Hoca yanıtlar: "Önünde uçsuz bucaksız bir tarla var. Geriye doğru asla yürümeyeceksin ve sadece bir tane buğday sapı seçeceksin. En güzel buğday sapını bulmuşsan eğer, aşkı bulmuşsundur."
Plato tarlaya doğru yürür, içinden geçer, tarlanın sonuna geldiğindeyse elinde hiçbir şey yoktur. Hoca sorar: "Neden hiçbir şey seçmedin?" Plato cevap verir:" Çünkü sadece tek bir tane sap seçmem gerekiyordu. Geriye de dönemezdim. En güzel sapı bulmuştum aslında, ancak ileride daha da güzelleri olabileceğinden emin olamadım ve o yüzden onu almadım. Yürümeye devam ettikçe gördüğüm buğdaylar az önce beğendiğimki kadar güzel değildi. O yüzden sonunda hiçbirini seçmedim.
"İşte" der hoca, "bu, aşktır."
Günlerden başka bir gün, bizim Plato hocasına gider gene ve sorar: "Evlilik nedir, onu nasıl bulabilirim?"
Hoca yanıtlar: "Önünde genç ağaçlardan oluşan bir orman var. Geriye dönmeden yürümeye başla, ve sadece bir tane ağaç kes. Eğer en uzun ağacı bulmuşsan, evliliği de buldun demektir."
Plato ormana doğru yürür, ve çok geçmeden elinde bir ağaç ile beraber döner. Elindeki ağaç ne genç ne de en uzundur. Öyle alelade bir ağaçtır. Hoca da farkeder: "Niye böylesine sıradan bir ağacı seçtin ki?" der.
Plato yanıtlar: "Bir süre önceki tecrübem yüzünden. Ormanın yarısına kadar yürüdüm, fakat pek bir şey bulamadım. Derken bu ağacı farkettim ve o kadar da kötü olmadığını düşündüm. Bunu kesip getirdim. Fırsatı kaçırmak istemedim."
Hoca bilmişlikle karşılık verir. "İşte" der, "bu da evlilik"
Mehhh...
Plato tarlaya doğru yürür, içinden geçer, tarlanın sonuna geldiğindeyse elinde hiçbir şey yoktur. Hoca sorar: "Neden hiçbir şey seçmedin?" Plato cevap verir:" Çünkü sadece tek bir tane sap seçmem gerekiyordu. Geriye de dönemezdim. En güzel sapı bulmuştum aslında, ancak ileride daha da güzelleri olabileceğinden emin olamadım ve o yüzden onu almadım. Yürümeye devam ettikçe gördüğüm buğdaylar az önce beğendiğimki kadar güzel değildi. O yüzden sonunda hiçbirini seçmedim.
"İşte" der hoca, "bu, aşktır."
Günlerden başka bir gün, bizim Plato hocasına gider gene ve sorar: "Evlilik nedir, onu nasıl bulabilirim?"
Hoca yanıtlar: "Önünde genç ağaçlardan oluşan bir orman var. Geriye dönmeden yürümeye başla, ve sadece bir tane ağaç kes. Eğer en uzun ağacı bulmuşsan, evliliği de buldun demektir."
Plato ormana doğru yürür, ve çok geçmeden elinde bir ağaç ile beraber döner. Elindeki ağaç ne genç ne de en uzundur. Öyle alelade bir ağaçtır. Hoca da farkeder: "Niye böylesine sıradan bir ağacı seçtin ki?" der.
Plato yanıtlar: "Bir süre önceki tecrübem yüzünden. Ormanın yarısına kadar yürüdüm, fakat pek bir şey bulamadım. Derken bu ağacı farkettim ve o kadar da kötü olmadığını düşündüm. Bunu kesip getirdim. Fırsatı kaçırmak istemedim."
Hoca bilmişlikle karşılık verir. "İşte" der, "bu da evlilik"
Mehhh...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)